Kaybedilişlerin Sessizliği; Sound Of Metal

Kaybedilişlerin Sessizliği; Sound Of Metal
  • 7
    0
    1
    0
  • Hayatınızda en çok değer verdiğiniz şeyi kaybettiğinizi düşünün. Neler hissederdiniz? Bunu bir insan kaybetmekten ziyade, daha farklı bir şekilde düşünün. Örneğin bir yeteneğinizi yitirmek gibi. Bir ressamın gözlerini kaybetmesi, bir sporcunun yürüme yetisini veya bir müzisyenin duyma yetisini kaybetmesi gibi. Elbette, bu kayıplar herhangi bir insanın başına gelse de ağır bir kaybediş hissine sebep olacaktır. Ama hayatının odak noktasına koyduğun, acını veya sevincini yansıtabildiğin, kısacası iliklerine kadar hissedebildiğin bir parçanı kaybetmenin yarattığı boşluk bir başkadır. Bugün sizlere, bu empati duygusunu derinlerde hissedebileceğiniz bir film olan; Sound of Metal'den bahsetmek istiyorum.

    2019 yapımı Darius Marder yönetmenliğinde olan Sound of Metal'in başrolünde bizleri Riz Ahmed karşılıyor. Bu konuya ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü kendisini; rolünü ve duygularını, bu denli iyi bir şekilde yansıtabildiği bir yapımda başrol olarak görmekten çok mutlu oldum. Riz Ahmed kesinlikle, piyasada değeri bilinmeyen cevherlerden biri. İzlediğim her yapımında oyunculuğundan etkilendiğim nadir isimlerden. Özellikle, The Night Of dizisini izlemediyseniz kesinlikle öneririm. İzlediğim en iyi mini dizilerden ve oyunculuk performanslarından biriydi. Filmimize dönersek; konusunu az çok belli ettiğimi düşünüyorum. Filmin ve konunun odak noktası; kaybediş. Bu kaybedişi kabullenerek hayata geri dönebilmek mi, yoksa kaybedilenin ardında daima yas tutup; elinde kalanları da yitirmek mi? Filmin izleyiciye vermek istediği mesajı, bu cümleyle özetleyebiliriz aslında. Burada kaybettiğimiz ve yasını tuttuğumuz bir insan değil. Baş karakterimiz olan Ruben'in duyma yetisini kaybetmesiyle değişen hayatını ve duygularına tanık olduğumuz bir dram filmi Sound of Metal. Ruben; oldukça başarılı ve dünya çapında belli bir hayran kitlesine ulaşmış bir metal grubunun bateristi. Bütün hayatını müziğe adamış ve odaklamış diyebiliriz. Grubun solisti ve Ruben'in kız arkadaşı olan Lou karakteri de, Ruben için en önemli olan iki şeyden biri. 4 yıl önce uyuşturucu bağımlılığından müziği ve Lou'su sayesinde kurtulduğunu hikayenin ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz. Hayatını bu iki varlığa bağladığını, ikisini kaybettiği anda; kendisini de kaybedeceği hissini çok iyi bir şekilde veriyor bizlere. Ama gelin görün, öyle bir an geliyor ki; ikisini de yavaş yavaş kaybettiğine tanık olmaya başlıyoruz. İşte bu andan sonra film tam anlamıyla başlıyor.

    Menajeri Ruben'e, duyma yetilerini kaybeden insanların bulunduğu bir topluluğu bulmasıyla birlikte, film çok farklı bir sürece evrilmeye başlıyor. Başta buraya dahil olmayı kabul etmese de Ruben, dahil olmaya başladıktan sonra bambaşka duyguları hissetmeye geçiyoruz. Filmin içinde hakim olan duygu; empati. İlk saniyesinden, son sahnesine kadar empati duygusunu derinden yaşatmayı başarıyor izleyiciye. Şahsen ben, film boyunca kendimi Ruben'in yerine koyarak; onun gibi hissetmeye ve düşünmeye çalıştım. Böyle bir durumda nasıl tepki vereceğimi düşünüp durdum. Yönetmeni bu konuda tebrik etmek istiyorum. Vermek istediği mesajı, çok yerinde bir şekilde izleyiciye aşılamayı başarmış. 

    Bu topluluğun en önemli özelliği; herkesin yaşadığı durumu kabullenmesi. Bu durumu iyileşebilecek bir hastalık olarak görmenin yasak olduğu bir topluluk. Yani hastane mantığıyla düşünülmemesi gerekilen bir yer. Buranın amacı fiziksel bir tedavı değil, ruhsal bir iyileştirme olduğunu filmin ilerleyen dakikalarında görüyoruz. Zaten Ruben'e verilmiş olan görevin; "Kendini sağır olduğu düşüncesine kabul ettirmesi" bu durumun da en iyi özeti. Bu ilk görevi tamamlayamayanın, toplulukta yeri olmadığını açıkça belli ediyorlar. Topluluğun yapısını, orada yaşayan insanları ve hayata adapte oluşlarına tanık oldukça, bazı gerçeklerin farkına varıyor insan. Öncelikle hızlı tükettiğimiz birçok duygunun değerini anlamaya başlıyoruz. Müzik dinlemek, şarkı söylemek, sevdiğin insanların sesini duyduğun anda hissedilen o huzuru, gündelik yaşamımızda şehir hayatının yorucu gelen o seslerin kıymetini hissettiriyor. Topluluğun lideri olan Joe'nun duyma yetisini, savaşta kaybettiğini öğreniyoruz. Bunları anlatırken; son kez dinlediği müziği asla unutmadığını söylüyor Ruben'e. Şuan açıp dinlediğimiz herhangi bir şarkının, son dinlediğimiz parça olduğunu bilseydik neler hissederdik? Onu öylesine bitsin diye dinlemezdik değil mi? Daha çok hissetmeye çalışırdık her bir notasını. Bundan sonra sadece hayallerimizde ve hatıralarımızda çalabilecek bu notaları, aklımıza kazırcasına ezberlemeye çalışırdık bence. 

    Hayatımızda yaptığımız herhangi bir eylemi, bir an önce bitsin diye, öylesine hızlıca ve farkına varmadan yapıp, harcıyoruz ki. Yaptığımız iş, yediğimiz yemek, buluştuğumuz bir arkadaş toplantısı veya izlediğimiz bir film, farketmiyor. Ama bazı şeyleri kaybettiğimiz zaman çok fazla "keşke" demeye başlıyoruz. İşte bu "keşke" duygusunu yaşamamak için, belki de bazı şeyleri daha derin hissederek yaşamak gerekiyor. Dinlediğimiz 4 dakikalık bir şarkıyı bile. Sound of Metal bu durumu öyle gerçekçi bir şekilde aktarmayı başarmış ki beyaz perdeye, etkilendiğimi belirtmem gerekiyor. Özellikle toplulukta bulunan çocukların piyano çalmaya çalışırken, notaların verdiği titreşimle müziği hissetmeleri, şarkıyı duyamamasına rağmen kalbinde hissettiği notalarla beraber dans eden adamın yansıttığı mutluluk..Filmin her bir sahnesinde; sırf bir şeyleri bitirip sonucuna ulaşmak için harcadığımız onca anın, küçük bir vicdan muhasebesini yaptırtmayı başarıyor seyirciye.

    Filmin sinematografisi kesinlikle çok başarılıydı. Ama beni bu sefer en çok etkileyen, görüntüden ziyade seslerdi. Ruben'in duyusunu kaybetmeye başlamasıyla birlikte, filmin seslerinde yapılan oynamalar filme daha fazla adapte olunmayı sağlamış kesinlikle. Artık hayata Ruben'in bakış açısıyla bakmak ve onun duygularına ortak olmak filmde en sevdiğim şeylerden biriydi. Özellikle filmin oldukça yüksek sesli olan bir metal konserinde başlayıp, sonsuz bir sessizlikte bitmesiyse, yönetmenin bizler için hazırladığı kısa bir özet niteliğindeydi adeta. Yani kısacası; görüntüsü, seslerin kullanılış biçimi, sahne geçişleri, oyunculukları ve seyirciye hissettirdikleriyle yılın en iyi filmlerinden biriydi benim için.

    Bir kaybedişin ardından, durumu her kabul etmeyişde; bir şeyleri daha da fazla irdeledikçe daha çok mutsuzluğa sürüklendiğini görüyoruz bir kez daha. Her şeyin eskisi gibi olmayacağını bildiğimize rağmen umut etmekten asla vazgeçmiyoruz. Elbette umut daima hayatımızın bir köşesinde olmak zorunda. Ama bazen de insanı kandıran umutlardansa, hayata hazırlayan gerçeklerle yüzleşebilmek, daha iyi bir kapının açılmasına sebep olur, kim bilir? Çünkü her bir çırpınışta, kaybedilenin de ardında bir şeyin kalmadığını farkettiğimizde, öncede umut etmemize sebep olan şeylerinde uçup gittiğini görmek, hayal kırıklığını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor bence. Belki de kaybedilenin ardından gelen kabullenmenin verdiği huzuru farketmek gerekiyor bazen, aynı filmin son sahnesinde bizlere verilen birkaç dakikalık sessizlik gibi.

    Hoşça kalın!

     


    Yorumlar (1)
    • elektrik vizem varken ders çalısmayıp bu filmi izledim. asla pişman değilim

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.