İzmir'de Bir Gün

İzmir'de Bir Gün
  • 2
    0
    0
    0
  • 07.09.2021
    Fonda çalan müzik: Yann Tiersen, Le Jour d'Avant.

    Bugün, Aydın'dan gelen bir arkadaşımın buluşma isteği üzerine, evden çıktım, Konak'ta buluşmak üzere vapura bindim; manzara tutkunu birisi olduğum için, özellikle, vapuru tercih ediyorum, bu sayede vapurun balkon kısmındaki demirlere yaslanarak deniz ve martıları seyredebiliyorum. İzmir'de belki de yapmaktan en çok keyif aldığım aktivite olan bu vapur sefası sonrası Konak'ta arkadaşımla buluşup birlikte 90. İzmir Enternasyonal Fuarı'nın yer aldığı Kültürpark'ın yolunu tuttuk. Yolumuzun üstündeki Alsancak sahilinde yürürken, sanki 18 yılı aşkın bir süredir bu kentte yaşamıyormuş gibi, etrafıma meraklı meraklı bakıyor, yapıların ayrıntılarında kayboluyorum; örneğin Pasaport İskelesi'nin önündeki bir yapının üzerindeki mermerin oymalarını inceliyor, bu ince güzellik karşısında sersemleşiyor, afallıyorum; ki bu sersemlik, afallama hali gün boyu sürecek. Kesikli de olsa 18 yılı devirdiğim bu kentin, bildiğimi sandığım her sokak ve caddesini yeniden keşfediyor, onları uzun uzun ve derin derin süzüyor ve kentin bu ruhunu içselleştirmeye çalışıyorum; alışılmış avamlıktan uzak, zarif, dünyevi, estetik haz veren tarafını.

    Sevgili İzmir hakkında pek çok kez olumsuz yargıda bulundum, onu acımasızca eleştirdim; yaşadığım yeri, Çiğli'yi, sevmeyip, onu bir betonlaşmış taşra olarak gördüğümden dolayı, ki hala öyle görüyorum, İzmir'e de örtük bir hoşnutsuzluk besliyordum. Sevgili İzmir, beni haksız çıkarmak istercesine kendisini gözlerime öyle hoş bir şekilde sunuyor ki, evet, bana umut vaat ediyor, dehşet verici olanı yapıyor; dile gelse 'ben aslında böyleyim, sen beni yanlış tanıyorsun' diyecek. Az ama güzel kütüphaneler barındıran, güzel kafelerinin olduğu, sahil kültürünü içselleştirmiş, yaşam tarzları konusunda görece özgürlükçü olan bu kent; zihnimde çoktandır yer etmiş gecekondulu, betonlaşmış, ağaç yoksunu, aşırı kalabalık bir kent tasavvurunu olumlu şeylerle ikame etmeye çalışıyor; estetik haz veren sergi ve müzeleri, tarihi yapıları, mekanları ve gün batımını öne çıkarmaya çalışıyor. Son zamanlarda yolunu epey arşınladığım Alsancak Pasaport'tan Hilton Oteli'ne giden yolda, başımı kaldırdığımda palmiye ağaçlarının arasından görünen o devasa yapı, otel, dikkatlice bakınca, siyah kıvrımlarıyla ve beyaz yapısıyla ne kadar da çekici görünüyor; detaylarına biraz takıldıkça yine afallamaya başlıyor, nasıl böyle olabildiğini kavramaya çalışıyorum. Yüzeysel bakışlarımız, gerçeklikle alaka kurmakta, ona nüfuz etmekte ne kadar da başarısız.

    Arkadaşımla birlikte yürümeye devam ediyoruz. Büyük Efes Oteli'nin önündeki kahvecide oturup kahve içiyor, sohbet ediyoruz. Kahvenin yoğunluğu ile sohbetin yoğunluğu eş değer; psikolojiden girip tarımdan çıkıyoruz. Önümüzde Montrö meydanına çıkan, pek uzun olmayan bir yol var; meydanda, bir kadın ve havaya kaldırdığı sağ elinin üzerinde güvercin olan bir barış heykeli var, güvercinin üzerine de bir martı konmuş. Fuar içinde sergi ve stantların arasından geçiyor; aklımıza sıradışı bir şey yapmak geliyor ve lunaparka gidip hız trenine biniyoruz. İndiğimde başlayan bir baş ağrısı ile fuarı gezmeye, estetik kompozisyonu gördüğüm bir manzara yakaladığımda fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Hayatımda ilk kez bir dijital sanat eseri görüyor; açık havada edebiyatçı-şair Hidayet Karakuş'un, Kül Kedisi şiir kitabından pasajlar okuduğu, yazarlık anılarını anlattığı bir söyleşiye katılıyor; meydandan rastgele birisinin orkestra şefi olarak seçilerek, elindeki batonun hareketine göre müzik çalındığı bir klasik müzik performanısına tanık oluyor, biraz durup heyecanla dinliyor; Kırmızı Kedi kitabevinin standındaki adamla, ilgimi çeken 'The Özal' kitabı üzerinden Özal ve Türk siyasetini tartışıyor, ardından, Özal ile ilgili olsa gerek, Alexis de Tocqeuville'nin 'Demokratik Despotizm' kitabını gösteriyor, özellikle Marksizm'e dair meraklı olduğumu söylediğimde Georges Pulitzer'in 'Felsefenin Temelleri' kitabını öneriyor. Bir gün içine bu kadar tuhaf deneyim sığdırmak ne de güzel oldu.

    Fuardan ayrılıp sahile doğru yürüyoruz. Güneş batıyor, hava turunç-mavi karışımı ve bulutlu; adeta kendisini Monet'nin tuvalinden çıkmış bir resim gibi sergiliyor, denize sarı bir ışıltı katıyor. Karanlık bastırdıkça sarı ışıltı güçleniyor ve yoğunlaşıyor, sanki edebi bir zevk, hatta bir nevi şehvet, veriyor; ne mutlu, bastıramıyor ışıltıyı karanlıklar. Bu güzellik karşısında sersemlemiş bense, bu anı ölümsüzleştirmek için hemen bir fotoğraf çekiyorum, bir iskeleden, bir vapurdan, bir tane daha… Arkadaşıma veda ediyor ve yine, o çok sevdiğim, vapurla akşam seyahatini yapıyorum. Hızla yol alan vapurun ardında bıraktığı köpüğü seyrediyorum, aklıma bugün gittiğim, Refik Anadol'un 'İstanbul Boğazı' tablosundaki dalgalı üç boyutlu yapı geliyor; şimdi ikisini biraz daha iyi bağdaştırıyorum. Vapur, Bostanlı İskelesi'ne varıyor ve seyahat sonlanıyor. Eve dönüyor ve, adeta gece büyüsü bozulan Kül Kedisi gibi, büyü bozuluyor ve avam yaşamımsıya geri dönüyorum.

    Bugün, hatırlanmaya değer bir gün oldu. Böyle günleri ipek mendillere sarıp saklamak, böyle günlerin sayısını artırmak lazım. İnsanı yaşamın coşkusundan koparıp mekanize eden yaşamımsı düzeninden, hiç olmazsa ara ara, kaçıp; doğaya ve doğal olana, insanı doyuran, ona zevk katan ve onu iyi anlamda şekillendiren canlı ve bilinçli bir yaşama geçişi sağlayabilmek gerek. Bu canlılığın, psikolojik olarak yıpranmış bir insanı iyileştirme gücü sanılandan fazladır; tecrübeyle sabit.

    Sevgili İzmirime,

    S.Ç.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.