Aynadaki Ben

Aynadaki Ben
  • 7
    0
    0
    0
  • Yalnız bir kadındı. Zorunda kalmadığı sürece dışarı çıkmazdı. Ufak bir hastane işini bile erteleyebildiği kadar erteler en son mecbur kalınca giderdi. Perdelerini bile çoğu zaman açmazdı. Komşuları onun evde en azından bir evcil hayvan beslediğine emindi ama aslında bir kedisi dahi yoktu. ‘Eğer bir gün ölürse anca kokusunda anlarız' diye konuşurlardı kendi aralarında. “Hem evinin içini de nihayetinde görmüş oluruz." Bunlar konu kalmayınca yapılan nahoş muhabbetlerdi. Her zaman alaycı bir tavırla bahsetmezlerdi içine kapanık komşularından. Bazen bir kek yapıp çaya mı gitsem diye niyetlenen de olurdu ama ilk taşındığı yıllarda bu hatayı herkes en az bir kere yapmıştı. Kapıyı bile açmadan "defolun" diye bağırırdı. Denemeye değer bir seçenek değildi.
    Aksini düşünemeyecek kadar bir başına olmaya alışmış bir kadındı o. Dışarıdaki hayata tahammül etmeyi kocasını kaybettiğinde bırakmıştı. Bu bir dönüm noktası gibi görünse de aslında o zamana kadar da bir tek kocasına tahammül etmişti. O, sevmeyi öğrendiği ve ondan sonra da
    unuttuğu ilk ve tek adamdı. Unuttuğunu kabullenmek zor gelse de kocasını sevdiği zamanlar sanki hayalmiş ve hiç yaşanmamış kadar uzak geliyordu. 20 yıl aslında böyle hissetmek için yeterince makul bir süreydi. O sadece kabullenince duyduğu sevgi de buhar olup uçacak gibi hissediyordu. Yalnız olduğunu bilmek kocası yanındaymış gibi hissettiriyordu. Aslında yalnız değilmiş gibi.


    Bir ilkbahar sabahında sabah kahvesini yanına almış rahatsız edilmeyeceğinden emin, yatak odasında cam kenarındaki koltuğunda oturmuş kitabını okuyordu. Kitabı onun lise zamanlarının popüler aşk romanlarındandı. Kitabın ilk sayfasında;

    'Kalbimin en derinlerinden uçurumlarına...
    Her bir satırın anlamı sensin. Her bir harf senin için var olmuş, sana
    olan aşkımı anlatmak için.' yazıyordu.

    Bir ara kitaba ara verip o yazıya daldı. Bir elini yazının üstünde gezdirirken gözünden akan ani yaşlar yüzünden kitabı bırakıp lavaboya yüzünü yıkamaya gitti. Ağlamaktan oldu olası nefret ederdi. Geri geldiğinde kitaba olan ilgisini yitirmişti. Zaten her bir cümleyi ezbere biliyordu ama kocasının inci gibi el yazısıyla kendisi için yazdığı notu görmek her seferinde kalbini kırıyordu. Bir an zil çaldığını sandı. Biraz durup bekledi. İkinci kez aynı sesi duyunca zilin çaldığına emin oldu. Ama birinin gelmiş olabileceğine ihtimal vermiyordu. Aşağıya kapıyı açmakla bağırıp çığırınmak arasında gidip gelerek indi. Ne var ki uzun bir aradan sonra, hatırına göre ilk defa, çalan kapıyı normal insanlar gibi açmaya karar verdi. Kapıya bir iki adım kala zil tekrar çaldı. Israrcı insanları nefret edilesi bulurdu. Tıpkı kendisi gibi.
    "Bu kadar sabırsız olmak zorunda mısın" sesi yüksek çıkmıştı ama aynı anda bir kere daha zil çaldığı için kapının diğer tarafındakinin ne dediğini anlamadığını düşündü. “Ama artık çok oldun" derken kapıyı açtı. Karşısında küçücük bir kız çocuğu görünce bütün sinirleri tekrar tepesine çıktı. "Seni gidi bücür ne çalıp duruyorsun zili". Acaba hangi komşunun çocuğuydu. Tam soracakken çocuğun ağlamaklı suratını fark etti. Yıllardır çocuk ağlaması duymamıştı. Duymak da istemiyordu. "Ağlama da hadi annenin yanına git. Ömrüm senin gibilerin ağlamsını susturmakla geçti zaten". Çocuğa gereksiz ayrıntı vermişti. Ne anlayacaksa. "Hadi, hadi" diye çocuğu kışkışladı. Sanki tavuk kovalıyordu. Çocuk kıpırdamadı bile. Ayakları bastığı yerde mühürlü gibiydi. "Seninle uğraşamam hadi git kapımın önünden" diye söylenirken kapıyı kapatmaya başlamıştı. Sadece çocuktan son gitme refleksi bekliyordu. Kapıyı nerdeyse kapatıyordu ki çocuğun hâlâ kıpırdamadığını görmek canını sıktı. Kapıyı sonuna kadar açtı. “Bak ben şimdi kapıyı kapatacağım. Bir daha zile basarsan o parmaklarını koparırım." Aslında koparmazdı. Yani öyle umuyordu. Bu zamana kadar hiç o denli tepesi atmamıştı. Çocuğa en korkutucu bakışını atmaya çalışarak kapıyı çarptı ve daha kapının çıkardığı tok sesin yankısı koridordan geri gelmeden zil yine çaldı. Uzun zamandır bu
    kadar delirmemişti. Kapıyı o kadar hızlı açtı ki tahta olan kapı kolunun damağı kırıldı. O an fark etmedi ama bir çilingire ihtiyacı olacaktı.
    "Demek yine zile basarsın ha." Çocuğu kolundan tutup bahçe kapısına kadar çıkardı. Tam o sırada bahçesinde çiçeklerini sulayan yan komşusu tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı bile. Bu kadın dışarı mı çıkardı. Seslenmeye cesaret edemedi. Komşusu gözüne her zaman olduğundan sinirli gözükmüştü. 
    Çocukla ne yapacağına karar veremedi. Bahçesinden dışarı adım atmak istemiyordu. Çocuğun ağlamaktan şişmiş gözlerine rağmen hiç sesini çıkarmadan durduğunu gözyaşı bile akıtmadığını fark etti. "Niye ağlamıyorsun sen. Ağlasana annen baban duysun gelsin alsın seni. Değilse elimde kalacaksın." Ama çocuk ağlamıyordu. Belki de bütün gözyaşlarını tüketmişti. Böyle dramatik bir çıkarımda bulunmayacak kadar gerçekçi bir kadın olmasa çocuğa acıyabilirdi bile. Bahçe
    kapısının önünde dikildi kaldı. "Madem anan baban arasın dursun seni. Bir daha orta yere salmamayı öğrenirler." Çocuğu tuttuğu kolundan geri eve sürükledi. "Bakalım bir de bulurlar burada. Zili patlatsalar açmayacağım kapıyı." Kapıyı ikinci kez çarptı. Bu sefer kapı kolu
    kırıldığını belli etti.

    Çocuk söylemediği hâlde sessizce içeri geçti, yıllardır oturulmamış üçlü koltuğun ortasına oturdu. O da anlam veremediği bu tavra eşlik etti ve her zaman oturduğu pencereye tersten bakan tekli koltuğuna yerleşti. Çocuk yeri izliyordu kadın da çocuğu. Bir süre bu üçgende ses çıkmadan gözler çalıştı. Kadın siniri yatıştıkça çocuğu daha iyi görmeye başladı. Yakın bir komşunun çocuğu olmalıydı çünkü yüzü
    tanıdık gelmişti. "En azından yanlışlıkla da olsa bir kere görmüşüm demek ki.” Çocuğun saçları çok dağınık atkuyruğu yapılmıştı. "Annesi pek bir ilgisiz herhalde. Bu saçlar ne." Üstü başı çok temizdi. "Zaten burasının bir tek cebi dolu." Yıllardır sesli düşünmeyle aklından geçenleri ayırt etme ihtiyacına düşmediği için konuşarak çocuğu incelediğini fark etmedi. "Senin adın ne?" Aslında adını merak etmiyordu ama öğrense belki tanırdı. Çocuk konuşmadı. Hala yeri inceliyor sanki ayağıyla olmayan halıyı oynuyordu. "Konuşmazsan konuşma. Adın da sana kalsın." Mutfağa kahve yapmaya gitmek istedi. Yukarıdaki kahvesi buz gibi olmuş olmalıydı. "Senin yüzünden keyfimden de oldum." Çocuğun yüzü değişti. Kafasını kaldırıp ağladı ağlayacak gözleriyle kadına baktı. Bir ağlasa. Ağlamıyordu. "Ne bakıyorsun, sen gelmeden önce mis gibi keyfim vardı içine ettin." Bunu söyleyince zil çalmadan önce de kendisinin ağlamaklı olduğunu hatırladı. Çocuğa yüklenmeyi kesmeye karar verdi. Kahvesini yapmaya gitti. "Bir bu yaşımda çocuk bakmadığım kalmıştı. Ömrümü sizde çürüttüm hâlâ kurtulamadım. Millet yapsın yapsın sokağa salsın. Bakan biri bulunur tabi. Benim gibi enayiler olduktan sonra...." Hem söyleniyor hem kahve yapıyordu. "Zaten benim bir derdim çocuktu".

    "Susadım".

    Arkadan gelen sesle irkildi. Çocuğun konuşacağı tutmuştu. "Allah senin bin türlü belanı. Böyle mi gelinir." Yıllarca eğitmenlik yapmıştı ama hiç bu kadar çocuk iletişiminden kopuk hareket etmemişti. Mesleki alışkanlıklarının en temelinin silinip gittiğini hissetti: Yalandan da olsa bir çocukla kibar konuşma yetisi. "Susadım" dedi çocuk tekrar. Sesinde hiçbir duygu yoktu. Yüzündeki hüzün de olmasa dışardan bir göz çocuğu zaten kendi evinde sanırdı.
    "Al bakalım" deyip çocuğa fazlaca ılık bir su verdi. "Belki bir tepki verirsin." Ama çocuk suyu içti. Ilık falan demeden. "Söyle bakalım
    senin benim kapımda ne işin var". Mesleki melekeleri geri mi dönüyordu kendi de anlayamadı. "Beni buraya babam gönderdi. Dedi ki o teyze seni bekliyor. Çok konuşmaz uslu olursan seni sever bırakmaz dedi." Çocuğu ağzı açık dinledi. İlk cümlesinden son yutkunmasına kadar. Başkasından çocuğu olsa bilirdi herhalde. “Senin baban kim yavrum”. Artık tamamen otuzlarındaki haline dönmüştü. Bir çocukla böyle konuşulur.
    "Onu sen tanıyorsun. O benim babam."
    "Çattık" dedi çocuğun yüzüne karşı. Yanından uzaklaşmaya başladı. "Senin baban da benim neyim. Niye bana gönderiyor çocuğunu." Eski velilerini düşünmeye başladı. İçlerinden biri açıkgözlülük yapıp bedava çocuğuna mı baktırmaya çalışacaktı. Bu çok kötü bir ön hazırlık olurdu. "Bende velilerin telefonları var mıydı hâlâ?" Yatak odasına çıkıp bakmaya karar verdi. Merdivenleri çıkarken "usluca otur ben geliyorum" diye bağırdı. Der demez de ‘babası beni gerçekten tanıyor galiba' diye düşündü. 

    Telefon numaralarının olduğu not defterini zor buldu. İçinde en az 100 tane veli telefonu vardı. "Hepsini aramaya kalksam çocuk annesini buluncaya kadar annesi kadar olur.” Uğraşmamaya karar vermişti ki birkaç numarayla şansını denemek istedi. Epeydir medeni bir konuşmanın parçası olmamıştı. Heyecanlandı. Rastgele bir isim seçip numarayı çevirdi.
     “Alo, iyi günler Sami Bey ile mi görüşüyorum.” Bir telesekreter kadar tane tane konuşmuştu.
    "Buyrun, benim" dedi tok bir ses.
    "Sami Bey, küçük yaşlarda bir torununuz ya da çocuğunuz var mı acaba?" Ararken açan olursa ne söyleyeceğini prova etmemişti. Çocuğun hiçbir fiziksel özelliğini gözünün önüne getiremedi. 
    "Siz kimsiniz?"
    "Ben şey, ben şey için..." kim olduğunu söyleyemedi. Kimdi ki. Birini aramanın dünya saçması bir fikir olduğunu telefonu adamın suratına kapatırken fark etti. Not defterinden numaraların olduğu sayfaları yırtıp çöpe attı. Aşağı indiğinde hala kim olduğunu düşünüyordu. Kim olabilirdi ki bakması için tek başına çocuğunu kapısına göndersin. Aşağı indiğinde çocuğun koltukta uyuyup kaldığını gördü. Üstünü örtme refleksine karşı koyarak çocuğu izlemeye başladı. Pek çelimsiz ve soluk benizli bir çocuktu. Birine benzetse benzetemiyor ama daha önceden tanıdığına dair hissini susturamıyordu. Bu çocuk olsa olsa en fazla 7 yaşındadır diye düşündü. “Bir yerde görmüş olmam mümkün değil. Hem görsem nasıl aklımda kalsın. Yok, ben bu çocuğu da tanımıyorum babasını da."
    Mutfağa bir kez daha yarım kalan kahvesini tekrar yapmaya gitti. Saate baktı. Öğlen olmak üzereydi. Burnuna bir koku geldi. Kahvesini içme isteğini kaybetti. Her ne kokuyorsa mide bulandırıcıydı. Çöpçüler bu sabah uğramamış mıydı? Kokuyu ayrımsadı. Bu koku kocasının kokusuydu. Ama bodrumundan çıkan cesedinin kokusu. Yıllardır almadığı halde ilk saniyesinde tanıdığı koku. Hayatının temelden sarsıldığı günün kokusu. Daha birçok şeyin kokusu. İyi de bu koku da nereden çıkmıştı. Evinde bir ceset daha mı vardı. "Her ceset aynı kokmaz herhalde". Hem kokuyu alıyor hem de o günü tekrardan yaşıyordu. Polislerin ardından evine girdiğini hatırladı. Kocasını taşıyan beyaz kıyafetli adamları gördü. Sonra bir polisle bodrumu çıkan bir kız çocuğu.
    O an içini korku kapladı. Bu o çocuğa çok benziyordu. Tanıdığını sandığı çocuğu 20 yıl önce görmüştü. Yoksa 7'den fazla mı gösteriyordu. İçini kaplayan korkuyu durduramıyordu. "O bizim çocuğumuza çok benziyordu. Tıpkı bu kız gibi. Ama bu kız nereden çıktı." Ellerinin titrediğini fark etti. Kokuyu hâlâ alıyor muydu? Ayırt edemedi. Çocuk içeride yatıyordu. Aklına bildiklerini toplamaya çalıştı. "Adını bilmiyorum. Babası beni tanıyor." Duraksadı. Nefes almayı kesmişti. Sanki boğulacaktı. "Eğer uslu durursan seni sever bırakmaz." Bu kocasının lafıydı. Her konusu açılır gibi olduğunda çocukların hepsinin içinde şeytanladoğduğunu söylerdi, kocası da karşı çıkmak için “ben çocuğumuza uslu durmayı öğretirim, seversen bırakamazsın" derdi. Aklını yitirdiğini düşünmeye başladı. Kocası akıl hastanesinde hayal ettiği kız çocuğuna benzeyen birini bulmuştu, doktorların tahminine göre bu onun yavaş yavaş gerçek dünyadan daha fazla kopmasına sebep olmuştu. Ama bunlar hep geç kalınmış teşhislerdi. Kocası ölmüştü. Şimdi o da mı aklını yitiriyordu. Ama şimdi bu kız çocuğu nereden çıkmıştı. Kahvesini döktüğünü fark etmeden içeri koştu.
    Kızı en son uyuduğu yerde bulamadı. Nereye kaybolmuştu. Seslenmek istedi ama adını bile bilmiyordu. Adını söylemedi. Neden söylememişti. Kızı hiçbir yerde bulamadı. Banyoya bile bakmıştı. Bahçeye çıkmış olabileceğini sonradan akıl etti. Tam dışarı çıkacakken hızlıca çekmekten kırdığı kapı kolunu fark etti. Açmaya çalıştı ama kapı açılmadı. Sinirleri boşalmaya başlamıştı. Acısını kapıdan çıkarıyordu. 
    Kapı son girişinde kırıldığı şekliyle duruyordu ve şu haliyle de hayatta açılmazdı. Ev boştu ve dışarı açılan bir pencere dahi yoktu. Kocası en
    azından gerçek bir kız çocuğuyla kafayı yemişti. Kendisi hayal dünyasıyla yemek üzereydi. Dikilip durmanın korkunçluğunu kocasının mektubuyla ne yapacağını düşünürken ki halini hatırlayınca hissetti. Kendini banyoya kilitledi. Kafayı yemediğinden emin olmak için aynada uzunca bir süre kendiyle konuşacaktı.
    ...





    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.