Modern Çağın Umutsuz Aydını: Stefan Zweig

Modern Çağın Umutsuz Aydını: Stefan Zweig
  • 0
    0
    0
    0
  • Bir insanın hayatında milyonlarca üçüncü göz vardır. Film yönetmeni, şarkıcı, memur, politikacı... Hangi işi yapıyorsanız yapın veya insanların hayatına nasıl bir etki bırakıyorsanız bırakın. Birileri size hiç çaktırmadan bir bakış atar, tesadüfen rastlar veya gözlerini size doğru dikmek için ön sıralardan bir koltuk kapar. Fakat bunlar öyle amatörce ve gündelik şeylerdir ki çoğu zaman insanın hayatında en ufak bir değişiklik yaratmaz. Tüm özgüveninizle bu işi profesyonelliğe döküp görünmez bir pelerinle halkın arasına karıştığınız anlarda dahi örtmeyi yeterince iyi başaramadığınız ayakkabılarınız birilerinin dikkatinden kaçmayacaktır. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, özellikle bazı insanlar için, Zweig hayatta olduğu sürece üçüncü göz tam anlamıyla kendisidir. Artık diğerlerini hangi numaralar ile adlandırırsanız adlandırın. Beş, sekiz, on... Ve üstelik kendisinin net görmesi için gözlüğe, iyi tahlil etmesi için uzun anlatılara ihtiyacı yoktur hiçbir zaman. Şahane bir manzarayı saniyeler içerisinde emercesine izler, okur ve dünya haline derin bir üzüntü duyar. 

    STEFAN ZWEİG

    Bugünkü Çek Cumhuriyet sınırları içerisinde bulunan Moravya Bölgesinden göç ederek Viyana'ya yerleşmiş bir Yahudi ailenin çocuğu olan Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğmuştur. Viyana'da yaptıkları işler ile varlıklı bir konuma ulaşan ailesinin desteğiyle önemli bir eğitim almış; bu süreçte birçok yabancı dili öğrenmesinin yanı sıra Viyana ve Berlin Üniversitelerinde felsefe öğrenimi görmüştür. Çünkü Zweig ailesi, iyi giden iş hayatını ve sanayiciliğini; kültürel mirasıyla, fevkalade mimarisiyle, kütüphaneleriyle, tiyatrolarıyla, müzeleriyle, geniş caddeleriyle, bakımlı sokaklarıyla, ve konumu ve bölgesindeki önemiyle bambaşka bir şehir olan bu Viyana ilinde, kültür ve sanat yönünden de taçlandırması gerekmiştir. Bu nedenledir ki 23 yaşında yazdığı bir tez ile doktora sürecini tamamlayan Stefan Zweig, artık Herr Doktor ünvanını taşımaya hak kazanmıştır. Zweig bu zengin kültürel çevrenin ve bu güzide şehrin hakkını da sonuna kadar vermiş, ünlü filozofların, müzisyenlerin, fizikçilerin, psikiyatrislerin her bir sokağında izi olan bu şehirden faydalanmasını gayet iyi bilmiştir.

    Fakat Viyana yaşantısı ne üzücüdür ki 20'li yıllarda Salzburg'a taşınmasıyla son bulmuş ve bu yer değiştirmeler yaklaşan Nazi istilasıyla birlikte Zweig'ın bir kaderi haline dönüşmüştür. Genç yaşlarından beri farklı coğrafyalara seyahat eden ve bu seyahatleri de adeta bir öğreti olarak gören Stefan Zweig, artık seyahatlerinin kültürel yönlerine odaklanmanın yanı sıra bu seyahatlerin bir yaşam mücadelesi haline dönüştüğü evreye doğru iteklenmeye başlanmıştır. Salzburg'tan İngiltere'ye, İngiltere'den Portekiz'e ve adımlarını hızlandırmaya başlayarak önce New York'a, ardından Arjantin'e, daha sonra Paraguay ve sonunda güzelliği ve cömertliğiyle kendisini derinlemesine büyüleyen geleceğin ülkesi dediği Brezilya'ya taşınmıştır. Ağır bir bunalımın ortasında beyninin içerisinde oluşturduğu duvarlara çarparken kendisini bu son ülkesine savrulmuş halde bulan değerli yazarımız, ne yazık ki acı dolu ruh halinden çıkmak için elleriyle yokladığı duvarlarda açık bir kapı bulamamış ve 1942 yılında ikinci karısı ile birlikte intihar ederek 60 yıllık hayatına depresif bir son yazmıştır.

    "Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum."

    Zweig, özellikle edebi kişiliğinin yanı sıra bilimsel titizlikteki biyografileriyle ve araştırmalarıyla da çağına damgasını vurmayı bilmiş; şüphesiz ki onun pürüzsüz, akıcı ve derin tahliller içeren kalemi birçok insana ilham kaynağı olmuştur. Böylesine büyük bir dehanın böylesine depresif bir çağa denk gelmesi en doğru tabirle bir talihsizliktir.  Fakat tarih tabii ki de bu şekilde anlatılmıyor. Zira Stefan Zweig, kanlı canlı bir şekilde karşısında duran yoğun bir ruhsal bunalım ile birlikte Stefan Zweig olmuş ve aynanın karşısına geçip önünde duran nesneye her odaklandığında çehresinin arkasında gizlenen o koyu kayganlığı görmüştür. Çocukluğunun izlerini peşinden sürükleyen bu kişiliğinin doğal bir sonucu olarak da hayata bir türlü olumlu bir gözle bakmasını bilememiştir. Kim bilir, o tarihten yüzyıl evvel doğsaydı ya tarihe, eserleri ve yaşamı ile damgasını vuran Stefan Zweig olmayacaktı; ya da kendisini bu her şeyi inanılmaz derinlemesine yaşayan kişiliğiyle aynı sona hazırlarken bulacaktı. Ölümün değişmez bir gerçek olduğuyla yüzleşildiğinde, Zweig'ın onulmaz bir hastalıktan veya bir Nazi kurşunundan ölmesi olasıyken kendisine, hikayelerinde alışık olduğumuz şekilde şiirsel, hüzünlü ve psikolojik bir son yaratması tam da Zweig'ın kaderini başkalarının eline teslim etmek istemediğini gösteren şüphesiz cesur bir adımdır. Tıpkı biyografisini kaleme aldığı Alman şair Heinrich von Kleist'ın yaptığı gibi...

    "Goethe gibi güçlü ve hayatın efendisi olan kişilerin yanında, bazen, ölmeyi beceren ve ölümden, zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır."

    22 ŞUBAT 1942

    Güneşli bir pazar günüydü. Petropolis'in o serin ve tatlı rüzgarı bir yandan evlerin pencerelerine doluşurken bir yanda da insanların gömlek içlerine girebilmek için kendisine usulca bir yer arıyordu. Şehir bugün de diğer günlerde olduğu gibi son derece sakindi. Belli belirsiz insan uğultuları duyuluyor, büyük yaşlı ağaçlar işlerinin ciddiyetiyle tüm bu boşluğun orta yerinde dikiliyorlardı. Şehir tam anlamıyla normal bir şehirdi. O meşhur tepelerinin birine çıkıp da aşağı doğru baktığınızda da aynı normalliği görürdünüz. Göz alabildiğince yeşillik, kiremit çatılı evler, kentin idaresini üstlenen bir belediye binası, neo-gotik tarzda inşa edilmiş katedral ve birkaç da tarihi görülmeye değer güzel bina... Zaten kimse de orada hayatında bundan fazlasını beklemiyor gibi görünüyordu. Fakat tabii ki, vatanlarından çok uzaktaki bu şehirde, kiraladıkları bu müstakil beyaz evde yaşamlarını sürdürmeye çalışan Zweig ve Lotte çifti hariç.

    Zweig o gün oldukça erken bir saatte kalkmış, evin şehre dönük penceresini açarak yüzünü serinleten bu temiz havayı derin bir iç çekiş ile ciğerlerine doldurmak istemişti. Yaz sabahı tazeliğini böylesi bir günde karşılamak onu kısa bir süreliğine hoşnut etmiş ve belki de tüm bu uzun yolculuklardan sonra karşısında böylesine sakin bir manzara görmek içini bir parça umut ışığıyla doldurmuştu. Ancak bu ferah düşüncelerin içerisinde kök salan karamsarlığa karşı koyamadığı ve kendi içinde sürekli savaş halinde olan bu düşüncelerden daima karanlık tarafın kazandığı bir şekilde anlaşılıyordu. Özellikle o sabah, sanki Nazi postallarının çıkardığı tok sesler bulunduğu şehrin sokaklarında yankı yapıyormuş gibi telaşlı ve tedirgin bir hali vardı. Savaştan hiç kaçamayacağını düşünüyor, insalık adına derin bir hayal kırıklığına uğramış hissediyordu. Evin mutfağına doğru ilerlerken iki nefes aldığı piposu elinde öylece kaldı. Kendisine sürahiden bir bardak su doldurdu fakat onun da hiçbir işe yaramayacağını düşünüp içmek istemedi.  Ve belki de son bir keyif okuması yapıp yapmamak arasında kararsız kalmıştı. Ancak tüm bu gündelik düşüncelerden sıyrılıp hayattaki tek arkadaşı olan biricik karısının yanına döndüğünde; ona masanın üzerinden aldığı, kelimelerin bazıları karalanmış bir halde bulunan intihar mektubunun taslağını gösterdi.

    Charlotte vaktin geldiğini anlamış ve hiç ses çıkarmadan çok sevdiği eşinin göğsüne başını yaslayarak anı, bir süreliğine de olsa durdurmaya çalışmıştı. O an normal bir insanda olması gereken kalp atışlarının sesini her ne kadar gözlerini kapayıp dikkatlice dinlemeye çalışsa da Zweig'ta bulamamış, son bir kez ellerinin arasına yüzünü alarak sevgilisini öpmekle yetinmişti. Daha sonrasında kendisi de toplarlanıp masaya yönelerek bir intihar mektubu kaleme almaya başladı. Gözlerinin dolduğunu hisseden Zweig, yaşamı sırasında son hissettiği duygunun böylesi bir çaresizlik olmasından dolayı derin bir üzüntü duydu. Ama ne çare... Sabahın ilk saatlerinden fazlasıyla yararlanmak isteyen çalışkan bir işçi gibi, kafasına koyduğu senaryoyu gerçekleştirmek üzere hazırlamış olduğu taslağı temize geçirmeye başlayacaktı. Çünkü biliyordu ki, bir süre sonra kendilerine ev işlerinde yardımcı olan hizmetlileri gelecek ve Zweig bu acı ile belki de birkaç gün daha yaşamak zorunda kalacaktı. O yüzden hızlı hızlı yazdı. Yeni cümleler eklemek istedi, tekrar okumak ve birkaç noktayı düzeltmek ama yapmadı. İntihar fikri boğazına dolanan kaygan bir yılan gibi onu hareketsiz kılıyor ve başka şeyler düşünmesine engel oluyordu.

    Eksik veya fazla... Sonuçta bu kendine has bir yaşama son verişti. Yine de akıp giden bu zamanda kısa bir an için de olsa Zweig ve Lotte çifti kalabalık bir ortamda bakışlarını kaçırmaya çalışırken buluşmuş gibi göz göze geldiler. İkisinin de bakışları, gittikleri yerde birbirlerini rahat bir şekilde bulabilmek için en ince ayrıntısına kadar bir ezber niteliğindeydi. Birbirlerinin yüzlerini unutmak istemediler, ellerini, tebessümlerini ve özellikle bu son anlarını. Birlikte giyindiler. Charlotte bir kimono elbise ve Zweig kısa kollu bir gömlek... Zweig'ın kravatını boynunda bağlama görevini Charlotte üstlenmek istedi ancak bu sefer kalp atışlarını ve nefes alışverişlerini rahatlıkla duyabiliyor gibiydi. Fakat ne yazık ki artık birkaç saat daha yaşamak gibi bir hevesleri yoktu. Yataklarını birbirlerinin yataklarına doğru yaklaştırıp birbirlerine iyice sokuldular. Ve yüksek dozda barbitürat alarak kedilerini hüsrana uğratan bu dünyayı vatansızlık hissiyle geride bırakmayı seçtiler.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.