Haziran'da Ölmek Zor

Haziran'da Ölmek Zor
  • 1
    0
    0
    0
  • "işten çıktım  sokaktayım          elim yüzüm üstümbaşım gazete    

    sokakta tank paleti  sokakta düdük sesi  sokakta tomson          sokağa çıkmak yasak    

    sokaktayım  gece leylâk         ve tomurcuk kokuyor  yaralı bir şahin olmuş yüreğim  uy anam anam  haziranda ölmek zor!    

    havada tüy  havada kuş  havada kuş soluğu kokusu  hava leylâk         ve tomurcuk kokuyor  ne anlar acılardan/güzel haziran  ne anlar güzel bahar!  kopuk bir kol sokakta                çırpınıp durur    

    çalışmışım onbeş saat  tükenmişim onbeş saat  acıkmışım yorulmuşum uykusamışım  anama sövmüş patron         ter döktüğüm gazetede  sıkmışım dişlerimi  ıslıkla söylemişim umutlarımı               susarak söylemişim  sıcak bir ev özlemişim  sıcak bir yemek  ve sıcacık bir yatakta               unutturan öpücükler  çıkmışım bir kavgadan                      vurmuşum sokaklara    

    sokakta tank paleti  sokakta düdük sesi  sarı sarı yapraklarla birlikte sanki               dallarda insan iskeletleri    

    asacaklar aydemir'i  asacaklar gürcan'ı         belki başkalarını  pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim  dökülüyor etlerim                 sarı yapraklar gibi  

    asmak neyi kurtarır        sarı sarı yaprakları kuru dallara? yolunmuş yaprakları kırılmış dallarıyla                ne anlatır bir ağaç hani rüzgâr hani kuş         hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

    asılmak sorun değil         asılmamak da değil kimin kimi astığı kimin kimi neden niçin astığı                budur işte asıl sorun!  

    sevdim gelin morunu sevdim şiir morunu moru sevdim tomurcukta moru sevdim memede              ve öptüğüm dudakta ama sevmedim, hayır iğrendim insanoğlunun         yağlı ipte sallanan morluğundan!

    neden böyle acılıyım neden böyle ağrılı neden niçin bu sokaklar böyle boş niçin neden bu evler böyle dolu? sokaklarla solur evler sokaklarla atar nabzı                                kentlerin sokaksız kent kentsiz ülke kahkahanın yanıbaşı gözyaşı  

    işten çıktım elim yüzüm üstümbaşım gazete karanlıkta akan bir su         gibi vurdum kendimi caddelere hava leylâk               ve tomurcuk kokusu havada köryoluna havada suçsuz günahsız                     gitme korkusu ah desem        eriyecek demirleri bu korkuluğun oh desem        tutuşacak soluğum

    asmak neyi kurtarır        öldürmek neyi yaşatmaktır önemlisi                güzel yaşatmak abeceden geçirmek kıracın çekirgesini        ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak  

    ah yavrum ah güzelim canım benim / sevdiceğim                      bitanem kısa sürdü bu yolculuk        n'eylersin ki sonu yok! gece leylâk               ve tomurcuk kokuyor uy anam anam haziranda ölmek zor!

    nerdeyim ben nerdeyim ben        nerdeyim? kimsiniz siz kimsiniz siz         kimsiniz? ne söyler bu radyolar gazeteler ne yazar kim ölmüş uzaklarda             göçen kim dünyamızdan?  

    asmak neyi kurtarır        öldürmek neyi? yolunmuş yaprakları        ve kırılmış dallarıyla bir ağaç               söyler hangi güzelliği?

    kökü burda         yüreğimde yaprakları uzaklarda bir çınar ıslık çala çala göçtü bir çınar        göçtü memet diye diye               şafak vakti bir çınar            silkeledi kuşlarını                          güneşlerini: «oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,                                                                       memet!»

    gece leylâk        ve tomurcuk kokuyor üstümbaşım elim yüzüm gazete vurmuşum sokaklara vurmuşum karanlığa        uy anam anam        haziranda ölmek zor!  

    bu acılar bu ağrılar               bu yürek neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar bu ağaçlar niçin böyle yapraksız bu geceler niçin böyle insansız bu insanlar niçin böyle yarınsız bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

    kim bu korku         kim bu umut ne adına               kim için?  

    «uyarına gelirse        tepemde bir de çınar»              demişti on yıl önce demek ki on yıl sonra demek ki sabah sabah demek ki «manda gönü» demek ki «şile bezi» demek ki «yeşil biber» bir de memet'in yüzü bir de güzel istanbul bir de «saman sarısı» bir de özlem kırmızısı demek ki göçtü usta kaldı yürek sızısı               geride kalanlara  

    nerdeyim ben         nerdeyim? kimsiniz siz         kimsiniz?  

    yıllar var ki ter içinde        taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına                       3 haziran '63'ü

    bir kırmızı gül dalı                      şimdi uzakta bir kırmızı gül dalı                     iğilmiş üzerine yatıyor oralarda bir eski gömütlükte        yatıyor usta bir kırmızı gül dalı               iğilmiş üzerine okşar yanan alnını bir kırmızı gül dalı                        nâzım ustanın  

    gece leylâk        ve tomurcuk kokuyor bir basın işçisiyim elim yüzüm üstümbaşım gazete geçsem de gölgesinden tankların tomsonların               şuramda bir çalıkuşu ötüyor uy anam anam haziranda ölmek zor!"

    Hasan Hüseyin Korkmazgil'in bu güzel şiiriyle başlar haziranın matemi. Hüzün ayıdır haziran, sonbaharın ölümüdür. Sadece Nazım değildir bizi haziranda bırakıp giden. Ahmet Haşim'le başlayan bu hüzün, Hasan İzzettin Dinamo'ya uzanır. "Ne anlar acılardan güzel haziran / Ne anlar bahar?" Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 13 yıl yüreğinde taşıdıktan sonra yazdığı şiirin adıdır: “Haziran’da Ölmek Zor”. Nazım Hikmet’in ölümüyle oluşmaya başlayan dizeler, başka bir dostunun, Orhan Kemal’in ölümüyle kağıda dökülmüş ve onun güzel anısına adanmıştır. O halde, haziranı hüzne boğan şairlerimizin başına Orhan Kemal'i koymak hiç de yanlış olmaz. sokaktayım gece leylâk ve tomurcuk kokuyor yaralı bir şahin olmuş yüreğim uy anam anam haziranda ölmek zor!” Son iki yıldır sağlığı ciddi bir şekilde bozulan Orhan Kemal'i, hem gezi hem de tedavi için gittiği Bulgaristan’da, 1972'nin Haziran'ında kaybettik. Üstelik, edebiyata şiirle başlayan Kemal'i, Nazım Hikmet düz yazıya geçirtmişti. 2 Haziran'ın hüznünü 1991'e taşıdığımızda karşımıza sevdanın ve Anadolu'nun ozanı çıkar: Ahmed Arif. “Canımın gizlisinde bir can idin ki, Kan değil, sevdamız akardı geceye, Sıktıkça cellad, Kemendi…” 3 Haziran 1963. 63'ün en ağır yüküdür Nazım Hikmet, 3 Haziran'ın yağmuru, güneşinin batışı. 1952’de geçirdiği kalp krizinden sonra hasta bir kalple yaşamaya alışmıştı belki. Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği yıllardan beri biliyordu kalbinin durumunu. Yine de son yıllarda ölüm daha bir düşüyordu aklına ve dizelerine. Ölümünden birkaç ay önce yazdığı şiirde şöyle diyordu: Bizim avludan mı kalkacak cenazem? Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan? Asansöre sığmaz tabut, Merdivenler daracık Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 sabahı kapıya bırakılan gazete ve mektupları almak için yatağından kalktı. Kapıdaki gazeteleri aldıktan sonra kalbi durdu. Sessizce öldü. Sessizce, çünkü karısı çıkan değil, çıkmayan seslerden korkarak fırladı yataktan. O anı şöyle anlatıyor: “Koridora fırladım ve askılığın yanında, yerde gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış, oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık bir şekilde sakin yüzünün anlatımından daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.” Hasan Hüseyin ise Nazım'ı için devam ediyor: “yıllar var ki ter içinde taşıdım ben bu yükü bıraktım acının alkışlarına 3 haziran ‘63’ü” Nazım Hikmet’in cenazesi iki gün sonra Novadeviçi Mezarlığı’na defnedildi. En ünlü Rusların gömülü olduğu bu mezarlıkta, Turgenyev, Çehov, Gogol ve Mayakovski gibi yazar ve şairlere komşu oldu. Ahmet Haşim de 1993'ün Haziran'ını hazan etmişti. Uzun bir süre kalp ve böbreklerinden rahatsız olan şair, 4 Haziran'ın öğleden sonrası yatağından fırlamış. Bunu göre yeni evlendiği eşi Güzin Hanım, eşinin çıplak ayakla yere bastığını görerek ayağına terlik vermek istemiş. Haşim, terlik giymenin sırası olmadığını söyleyerek yatağa düşmüş ve bir daha kalkamamış. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim adlı kitabında, doktorunun “Keşke bir an evvel ölse de kurtulsa; çünkü her gün çektiği azap bin ölüme bedeldir” dediğini yazar. Aynı kitapta ölüm haberini alınca, bir yıldır beklemesine rağmen yıldırımla vurulmuşa döndüğünü de anlatır. On dört yaşından itibaren tek geçim kaynağı yazı olan, tepkileri ve romanlarından daha roman olan hayatı ile, Peyami Safa da bir Haziran gününde yaşama veda etmiştir. Hastalıklar ömrü boyunca peşini bırakmamıştır, hatta 9. Hariciye Koğuşu'nda da kendi hastalığını anlatmıştır. Peyami Safa, tek çocuğu Merve Safa'nın ölümünden 4 ay sonra 15 Haziran 1961'de aramızdan ayrılmıştır. Söylendiğine göre, Türk Düşüncesi Dergisi'nde yazıları çıkan entelektüel sevgilisinin evinde öksürük nöbeti tutmuş ve ardından kan kusmuş, “İşte bu fena!” da son sözleri olmuştur. William Golding, Henry Miller, Ray Bradbury, Maksim Gorki, Charles Dickens ve Franz Kafka gibi dünyaca ünlü yazarlar da haziran ayında kaybettiğimiz değerlerdendi. Haziran ayının bu hüzünlü tesadüfü böylece yıllara ve dünyaya yayılmış. Kaynak: 1, 2        

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.