Her akım kendinden önceki akıma tepki olarak doğmuştur aslında edebiyatta, yani bir akım kendinden önceki başka bir akımın tam tersi şeklinde ilerlemiş, ona zıt bir fikir geliştirip öyle meydana çıkmıştır, ama bu akım kendinden önceki akımın yani realizmin gerçeklik anlayışını yeterli bulmadığı için oluşmuş ve onunla neredeyse aynı dönemlerde yani 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kurucusu Emile Zola olarak bilinir ve 1890’da yazdığı Hayvanlaşan İnsan adlı eseriyle natüralizmi güzelce özetlemiştir. Realistlerden farkını "Gözlemci demek, doğadaki olayları hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi inceleyen kişi demektir. Deneyci ise olayları doğanın ortaya çıkardığı biçimlere göre değil de herhangi bir amaçla kendisinin onlara şu ya da bu koşullar altında verdiği biçimlere göre inceleyen kişidir." diyerek açıklar. Natüralistler, deney ve gözleme dayanan bilimsel bir edebiyat oluşturmak istemişlerdir, yani determinizm görüşünü edebiyata uyarlamaya çalışan bir akımdır bu. Böylece bu sözlerden de gözlemcinin sadece gözlediğini, deneycinin ise olaylara müdahale ederek onları değiştirdiğini, realizmle natüralizm farkının da aynı böyle olduğunu anlatmaya çalıştığını görürüz. Bir bilim insanının bilimsel çalışmasında bir bitkiyi, hayvanı yıllarca gözlemlemesi gibi, natüralist bir yazar da yazacağı romandaki yeri, olayları günlerce inceler ve öyle yazar. Bu yönden realizme benzeyen akım, deney yönünden farklılaşır. Bilimsel araştırmalarda aynı ortamda, aynı şartlarda, aynı zaman diliminde yapılan deneyler aynı sonuçları verdiği gibi natüralizmde de belli bir sosyal çevreye alışmış insanlar, bu çevrede yeteri kadar zaman geçirdikten sonra, aynı olaylara aynı tepkiler verir ve başka çevreye atlayamaz mantığı vardır. Natüralistlerin bir diğer düşüncesi ise insanın soyaçekim gibi fizyolojik özellikleri ile sosyal çevrenin insan üzerindeki etkileri üzerinde durmasıdır. Bu duruma en iyi örnek olarak Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanı örnek verilebilir. Aşk-ı Memnu’nun başkahramanı Bihter, annesine benzememek için roman boyunca kendisi ile mücadele ediyor ama en sonunda annesinin yaptığı tüm hataların daha da kötüsünü yaparak soya çekime teslim oluyor.
Realizmin bir üst aşaması olarak kabul edilen bu akımda, natüralistler çevresel faktörlerin insan davranışlarını yönettiğini ve bu davranışlara çevrenin karar verdiğini savunur. Gerçekler en kötü yönüyle ele alınır, böylece zorlu şartlarda yaşayan insanların yaşamları aktarılmaya çalışılır. Burada Darwinci bir anlayışla karşılaşırız çünkü sadece güçlü olan hayatta kalır mantığını uygulamışlardır. Kadere bağlılık söz konusu olan bu eserlerde, eğer dışarıdan bir güç böyle olmasını istemezse, karakter istese de hayatında bir şeyleri değiştiremez, yani zincirlenmiş gibi bağlıdır yaşamında olan ve olacak olan olaylara. Emile Zola’nın romanında olduğu gibi natüralistler, insanların daha duygusal olsalar da hayvanlar gibi davranarak hayvanlaşmış olduklarına inanır. Gerçekliği olduğu gibi yansıtan bu türde, sade, akıcı herkesin anlayacağı şekilde bir dil kullanılmıştır.
Emile Zola bu akımı tiyatroda da göstermeye çalışmış ve tiyatronun, bir grup karakterin içsel çatışmalarına deneysel şekilde yaklaşan bir insan hayatı laboratuvarı olması gerektiğini düşünmüştür. Kostüm ve dekora çok önem veren bu tür tiyatrolar, her oyun, eğer bu karakterleri, bu kalıtımsal özelliklerle, bu çevreye koyarsak neler olur diye düşünerek bir hipotez oluşturmalı ve öyle sunulmalıdır. Oyunlarda da insan hayatının en kötü yönlerini gösterdiği için, güzel ve mutlu bir sonla çok karşılaşılmaz, genel olarak bir kötümserlik havası hakimdir aslında.
Kısacası bu akım darwinizm ve determinizm görüşlerini edebiyata uygulamaya çalışmış, herhangi bir akıma tepki olarak doğmamış, kendisinden önceki akımın yani realizmin ileri bir aşaması olarak 19. yüzyıl sonu, Fransa’da ortaya çıkmış, gerçeği daha gerçek göstermeye çalışmış bir akımdır.




Yorum Bırakın