John Lennon, 1970 yılında ‘isolation’ adlı şarkıyı seslendirdiğinde şarkının sözlerinin tam elli sene sonra tüm dünyayı etkisi altına alan bir virüs sonrası herkes için çok daha anlamlı geleceğini tahmin edebilir miydi? Bu pek mümkün değil. Fakat yaşamakta olduğumuz bu distopya bize pek çok yeni şey öğrettiği gibi eskiden bildiğimiz pek çok şeye yeni anlamlar yüklememizi de sağladı. Tıpkı bir Lennon şarkısının bende yarattığı bu etkide olduğu gibi. Başlarda belki de bir yalnızlık hâlini betimleyen bu dizeler benim için artık bir distopyanın fon müziğiydi. Şarkının sonlarına doğru Lennon’un da söylediği gibi:
“Güneş asla yok olmayacak ama dünyanın uzun yılları olmayabilir."
Bu ay derginin dosya konusunun virüs olduğunu bildiren maili aldığım andan itibaren bu çetrefilli konu hakkında yazıp yazmama konusunda arada kaldım. Sürecin başladığı andan itibaren-gerçek uzmanları tenzih ederek söylemek gerekirse- kendini uzman olarak pazarlayan ilgili ilgisiz herkesin her gün televizyondan ve sosyal medyadan vaaz vererek insanları yanılttığı bu bilgi kirliliği ortamında sürece dair yazmak için kendimi asla yetkin görmüyordum. İşin politik ve sosyolojik boyutuyla ilgili de her gün pek çok değerli isim çeşitli teoriler üretmekteydi zaten. Fakat bu sabah müzik dinlerken yaşadığım bu aydınlanma hâli içerisinde bulunduğumuz bu tecrit durumuna ilişkin sadece kişisel deneyimlerimi aktaracağım bir yazı yazabileceğime işaret ediyordu. Tüm bunlar yaşanmadan evvel dünya nasıl bir yerdi ya da ben nasıl biriydim? Şu an neler değişti? Söyleyebileceğim bir şeyler olmalıydı elbette.
İçerisinde bulunduğumuz bu süreç bizlere ülkelerin sorunlara çözüm bulma konusunda özellikle kriz anlarında hâlâ özgün kararlar alabildiklerini hatırlattı. Küreselleşme karşısında hızla bir içe kapanma yaratan bu hastalık, ulus-devletlerin inşa olunduğu döneme benzer bir izolasyon yaratırken Avrupa Birliği gibi devasa projelerin sorgulanmasına da neden olmaktaydı. Bazı ülkeler keskin çizgileri olan tam tecrit fikrini uygulamaya koydu, bazı ülkeler ise kısmi sokağa çıkma yasakları uyguladı hatta bazı ülkeler resmi bir politika olarak göstermese de sürü bağışıklığını denedi. Her denemenin farklı sonuçları oldu. Bazı ülkeler hatalarının farkına varıp geri adım attılar, bazıları ise daha ısrarcıydı. Sonuç olarak şeffaf yönetim anlayışları olan ülkeler vatandaşlarıyla diğerlerine nazaran daha güvenilir bir ilişki kurdu. Hastalıkla ilgili süreç devam ederken pek çok veriyi vatandaşları ile düzenli olarak paylaştılar. Belki de böylelikle süreci vatandaşlarıyla birlikte yönettiklerine dair gerekli mesajı da bu şekilde vermiş oldular. Süreç boyunca sosyal devlet anlayışları da hukuk devletlerinde hukukun işlerlerliği de görücüye çıkmış oldu. Yerel yönetimlerin ve ‘subsidiarite’nin önemi bir kez daha ortaya kondu. Yerel yönetimler ile merkezi idare arasındaki güç ve yetki dağılımının kriz anında çözüm üretmede atalete neden olup olmadığı tartışmaları yeniden güncellendi. Gıda ürünleri, basit temel ihtiyaç malzemeleri, virüsün yayılmasının önlenmesi noktasında elzem olan hijyen ürünleri, eldiven ve maskelerin ulaşılabilirliği tartışma konusu oldu. Çeşitli kurumlar bu sorunu aşmak için çeşitli çözüm yolları buldular. Çoğu günübirlik işlerde ve kayıt dışı çalışan göçmenlerin bu temel ihtiyaçlara ve sağlık hizmetlerine ulaşımı yine gündeme geldi. Özellikle düzensiz göçmenler bu hususta büyük bir tehlike altındaydı. Devletler kendi vatandaşlarıyla ilgilenirken göçmenleri de dışarıda bırakmamalıydı. Fakat ulus-devletleri yeniden güçlendiren bu izolasyon hâli kaynakların kıt olduğu bu tarz kriz anlarında milliyetçiliği perçinleyerek ülke sınırları içindeki göçmenleri ötekileştirmek için bir fırsat da sunmaktaydı. Birey- devlet ilişkisi kendini yeniden tanımlamak üzereyken bireyin devletten beklentisi, devletinin onu öteki olarak tanımladığı her şeyden önde tutması idi. Devletin bir vatandaşı olarak birey, her türlü hizmete ulaşmakta ötekine nazaran ayrıcalıklı olmalıydı. Bunun karşılığında vergi veriyor, sıkı güvenlik politikalarını destekliyor ve devletin hayatına müdahale etmesine göz yumuyordu. Bu tarz kriz anlarında devlet, tüm gözetlemeci yetkilerini vatandaşını ötekiden korumak için kullanmalıydı. Öteki bazen çıplak gözle görülemeyen bir virüs, bazen bir göçmen, bazen bir ideoloji olarak hayatımızda her an bizim için bir tehlike yaratabilirdi. Bu yüzden Orwell’ın 1984’ünü yeniden okumak için doğru zaman olabilirdi bugünler. Büyük Birader yeniden aramızda olmalıydı artık. Toplum sağlığı için ona ihtiyaç vardı. Devlet yavaş yavaş yeniden bir Leviathan hâlini alıyordu ve tüm bunlar olup biterken ben yalnızca evde oturuyordum.
Süreç boyunca neredeyse herkesin hemfikir olduğu belki de tek konu imkânı olan herkesin olabildiğince evde kalması, izolasyon yani tecritti. Yalnız bu tecrit hâli yalnızca sözlükteki anlamıyla ‘ayırma’ niteliğini ifade etmiyordu artık. Süreç uzadıkça tecrit felsefi olan anlamını da insanlar için ön plana koymaya başlamıştı. İnsanların kendilerini tanımladıkları, onları hayata bağlayan pek çok değer etrafta yoktu belki de artık. Tecridin süresi uzadıkça başlardaki romantizm yerini önce gerginliğe sonra da düşünme ve sorgulama evresine bırakıyordu. Bu durum tam manasıyla bir ‘soyutlama’ hâlini almaya başlamıştı. Tecrit, -imkânı olanlar için- farklı bir dünya vadediyordu ve bu süreç beraberinde yeni bir kimliğin inşasını da getiriyordu. Žižek ve Harari’nin salgın sonrası dünyayı betimledikleri yazılarında insanların sağlık ile mahremiyet arasında tercih yapması gerektiğinde sağlığı seçeceği gerçeğinden hareketle yeni bir birey-devlet ilişkisine işaret edilmekteydi. Bu yazılarda da geçtiği gibi gözle görülen katı bir gerçek de virüsün sınıfları ya da hiyerarşileri yeniden ön plana çıkardığıydı. Pek çok insan için bu pandemi herkese eşit oranda risk yarattığından ortada sınıfsal bir durum da yoktu. Fakat yine aynı insanlar, gönüllü tecridin ekonomik faaliyetlerin devamı açısından sınıfsal olduğunu da dile getirmekteydiler. Harari’nin birey-toplum ilişkisinin yeniden gözden geçirileceği öngörüsünü tecrit durumuyla kompoze ettiğimizde ise karşımıza birey-birey ilişkisinin yeni bir tanımlaya ihtiyaç duyduğu gerçeği çıkıyordu. Küreselleşme ile baskılanan sınıfsal ayrımlar home-office çalışma şartlarıyla plazadaki beyaz yakalıların eve kapanması, sosyal medya ve bilişim çağının getirdikleriyle yüz yüze iletişimin alternatiflerinin birden ve çok hızlı bir şekilde gündelik hayata entegre olması ile birlikte farklı bir hâl aldı. Bu yeni durumun getirileri başta saf bir romantizmle kutsandı, tıpkı emeğin yabancılaşması kavramında olduğu gibi tecride neden olan hastalıktan ve gerçeklik bağlamından kopuldu. Ev içi sanatsal etkinlikler, sinema günleri, sosyal medya yayınları, kitap okuma ritüelleri ile çevrelenen tecrittekiler kendilerini bu süreci verimli ve üretken geçirmek zorunda hissettikleri bir yarışın ortasında buldular. Bu durum da onlara yeni yükler getirdi.
Tüm bu olan biten bir devinim halinde sürüp giderken insanların yıllardır kendini konumlandırdığı sosyal statüyü muhafaza etmesi de güçleşecekti. Çünkü ait hissedilen sosyal statünün en büyük belirteci sosyalleşmekti. Sosyalleşmek için gerekli ortam bulunmadığı takdirde binilen arabaların, takıların, giyilen marka giysilerin, gidilen mekânların ve etkinliklerin hiçbir getirisi yoktu. İnsanların hayatın olağan akışı içerisinde değer atfettiği her şey tecrit hâlinde amorflaşarak onları kimliksizleştirmekteydi. İşte bence tam da bu noktada yeni bir sosyal statü inşa süreci başladı. Zaten ilk etapta gözle görülmeyen bir gerçeklik de tecrit altındakilerin kendi arasındaki hiyerarşiydi. İnsanların birey-toplum- -sistem üçgeninde sistemin devamı için en büyük motivasyonları sosyal statülerinin getirdiği kazanımlarıydı. Bu kazanımların devamı içinse tecrit durumunda dahi bir şekilde düzenin işlemesi gerekliydi. Fakat sosyalleşme olmayınca sosyal statüyü belirleyen etmenler de değişme eğilimi gösterdi. Kamusal hayatın sekteye uğradığı bugünlerde, yaşanılan evlerin durumu, metrekareleri, müstakil, balkonlu ya da bahçeli olup olmadıkları ve kullanılan mobilyalar yeni bir sosyal statü belirteci oldu belki de. Hatta öyle ki uzunca bir süre akademisyenlerin akademik üretimlerinden ziyade katıldıkları online yayınlarda ve derslerde arka planlarını süsleyen kütüphaneleri konuşuldu. Ayrıca derslerin online olmasıyla birlikte eğitime ulaşılabilirlik farklı bir platformdan tartışılmaya başlandı. Yıllarca taşımalı eğitimin güçlükleri ve köy okullarının durumu üzerinden yürüyen eğitimin ulaşılabilirliği tartışması artık evlerdeki teknolojik durum ve her çocuğun internete sahip olup olamadığı temellendirmeleriyle yürüyordu. Asgari düzeyde de olsa eğitim almak isteyen pek çok öğrenci bir şekilde bilgisayar, ya da internete ulaşmaya çalışırken diğer yanda evde kalanlar için kişisel gelişim fırsatı sunan ücretli webinarlar hızla programlanmıştı. Koşullar usulca kendi düzenini inşa etmeye başlamıştı yani. Hayatın olağan akışı sekteye uğramıştı belki ama statüler ve hiyerarşiler kendini yeniden üretmeye çoktan başlamıştı. Aslında içerisinde bulunduğumuz bu süreç bizler için hayatı sorgulama vesilesi ya da yeni bir sistem inşası için bir fırsat değildi belki de. Yalnızca sevdiğimiz insanların ve doğal olarak kendimizin sağlığından endişe duyacağımız bir yandan da asgari düzeyde de olsa üretmeye ve elimizden geldiğince psikolojimizi diri tutmaya çabalayacağımız basit bir süreçti. Fakat tecrit hâlinde ortaya çıkan bu durum salgının yarattığı yeni düzlemde bir şekilde sistemin kendi değerlerini devam ettirme biçimine dönüşmeye başladı. Doğal olarak hem toplum hem de birey kendini -bu yeni duruma göre- yeniden konumlandırmayı başardı.
Bu yazı, ilk kez Referans Dergisi'nin Coronavirüs temalı 55. sayısında yayınlanmıştır.
Yorum Bırakın