Düşünce tarihi boyunca, sistematik bir düşünce sistemi olan felsefe hakkında yapılan yorumlar değişmiş, yaşanılan döneme göre felsefeye farklı düşüncelerle farklı kavramlar ve yorumlar getirilmiştir. Etkili olduğu akımlar sayesinde felsefenin doğası ortaya çıkmış ve bu akımlar insanlara evrenle, evrendeki düzenle ilgili bütün konularda yardım etmeye çalışmıştır. Bütün dünyayı etkileyen bu akımlar İngiltere’yi de etkisi altına almış hatta İngilizler bazı akımlar üstüne birçok felsefi görüş ve filozof barındırmıştır.
1-) Ampirizm
Tüm bilginin kökeninin duyu deneyimi olduğu teorisidir. Deneyimlerin ve kanıtların, özellikle duyusal algının, fikirlerin oluşumundaki rolünü vurgular ve insanların sahip olabileceği tek bilginin a posteriori yani deneyime dayalı, sonradan gelen bilgi olduğunu savunur. Yani başka bir deyişle, tüm kavramların deneyimlenebilecek şeylerle ilgili veya uygulanabilir olduğuna ya da tüm rasyonel olarak kabul edilebilir inançların veya önermelerin sadece deneyim yoluyla haklı veya bilinebilir olduğu görüşüdür. Kavramlar, yalnızca deneyim temelinde uygulanabilirlerse a posteriori, deneyimden bağımsız olarak uygulanabilirlerse a priori olarak adlandırılır. Yani, ampirizm kavramların veya tüm rasyonel olarak kabul edilebilir inançların veya önermelerin a priori'den ziyade bir a posteriori olduğu görüşüdür. Sir Francis Bacon, o zamandan beri bilimsel yöntem olarak bilinen bilimsel araştırma için endüktif bir metodolojinin yaygınlaşmasını sağladığı için ilk empirist olarak kabul edilebilir. Francis Bacon, bilginin pratik sonuçlarına daha çok önem veren bir rasyonalisttir. Tümevarım yöntemini savunan Bacon, bilgiye ulaşmanın ancak bu yolla olduğunu düşünür. Bu yöntemle doğa yasalarını tespit edebileceklerini savunmuştur. Ampirizm Doktrini ise ilk olarak 17. yüzyılın sonlarında İngiliz filozof John Locke tarafından açıkça formüle edildi. Locke, 1690 tarihli "İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme"sinde, zihnin, deneyimlerin izlerini bıraktığı bir tabula rasa olduğunu ve bu nedenle insanların doğuştan gelen fikirlere sahip olduğunu ya da deneyime atıfta bulunmadan herhangi bir şeyin bilinebileceğini reddettiğini söylemiştir. İrlandalı filozof George Berkeley 1710’da yazdığı ‘İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir İnceleme’si sadece nesnelerin algılanması sonucu ya da algılamayı yapan bir varlık olduğu gerçeği sayesinde mevcut olduğunu öne sürerek amprisizm için farklı bir formun oluşmasına yol açtı. Nesnelerin devam eden varlığının, etrafta insanlar olup olmadığına bakılmaksızın Tanrı'nın algısından kaynaklandığını ve insanların doğada görebileceği herhangi bir düzenin etkili bir şekilde sadece Tanrı'nın el yazısı olduğunu savundu. Berkeley'in ampirisizm yaklaşımına daha sonra Öznel İdealizm dendi. İskoç filozof David Hume, ampirik bakış açısına aşırı bir şüphecilik getirdi. Tüm insan bilgisinin iki kategoriye ayrılabileceğini savundu: kavramlar(izlenimler) ve düşünceler(ideler); ilki duyumlar, duygulanmalardan oluşur. beş duyu organımızla kavrayabildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyler bu grupta yer alır. Yani canlı ve güçlüdürler. İkincisi ise duyum ve duygulanımların gölgeleridir. Bunların farkına herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde düşündüğümüzde varırız. Böylece, doğal dünya hakkındaki en temel inançların, hatta benliğin varlığının bile, akıl tarafından kesin olarak belirlenemeyeceğini, ancak onların içgüdüleri ve gelenekleri nedeniyle onları yine de kabul ettiğimizi savundu.
2-)Pozitivizm
Auguste Comte ile ilişkilendirilse de ilk kaynağında İngiltere’nin deneyci felsefesi yatar, İngiliz filozoflar önceliğin olgular olduğunu savunmuştur. İngiliz düşünür Ockhamlı William, insan aklının dini ve vahyi algılayamayacağını öyle bir gücü olmadığını savunmuştur. Akıl ve vahyi uzlaştırmaya çalışan ortaçağ felsefesini eleştiren William, böylece vahiye önem verdiğini gösterir. Tanrı’nın varlığının akılla temellendirilemeyeceğini savunur. O sadece birey gerçekliğinin olduğunu savunur, her türlü bilginin temeli duyular ve deneyimlerdir. Tanrı’yla, evrenle ilgili bütün bilgilerimiz sadece inanç önermeleridir. Bunlar ne kanıtlanabilir ne de kanıtlamada ilke olarak kullanılabilir. Bu nedenle, alan farklılığı olduğunu göstererek bilimsel gelişmelerin yolunu açar. Ockhamlı usturası dediğimiz kavram da gerçek olgularla zihnimizde var olanları ayırt etmeye yarar. Gereksiz olanı koparıp atmaya yarayan bu ustura, olguların çoğaltılmasını, sunulan önerilerin kısa ve öz olması gerektiğini savunup gerçekliği olmayan tümeller kullanıp da yanlışa düşmeyi engeller. Ayrıca bu ünlü filozof, nominalizmin kurucusu ve başlıca temsilcisi olarak görülür. Adcılık anlamına gelen nominalizm, zihin dışında tümel kavramların bir gerçekliği olamayacağını ve sadece birer isimden ibaret olduğunu savunur. Ona göre, tümel kavramlar yapmadır, gerçekler nesnelerden kurulmuştur. Birbirlerine benzeyen şeylere, bu benzerlik yüzünden, bizim bağladığımız genel anlamların işaretleridir der.
3-)Analitik Felsefe
20. yüzyılın başlarından beri, başta İngiltere olmak üzere çeşitli bölgelerde akademik felsefeye egemen olmuştur. Analitik filozoflar, her zaman olmasa da, karakteristik olarak, söz konusu kavramların ifade edildiği veya ifade edilebileceği dilin çalışmalarını içeren kavramsal araştırmalar yürütürler. Örneğin, analitik felsefedeki bir geleneğe göre, bir kavramın tanımı, onu ifade etmek için kullanılan cümlelerin altında yatan mantıksal yapıların veya “mantıksal formların” ortaya çıkarılmasıyla belirlenebilir. Analitik felsefenin bu tarihsel gelişimindeki merkezi figürleri Bertrand Russell ve GE Moore’dur. Russell, doğal dildeki dilbilgisinin genellikle felsefi olarak yanıltıcı olduğuna ve yanılsamayı ortadan kaldırmanın yolunun, önermeleri sembolik mantığın ideal biçimsel dilinde yeniden ifade etmek olduğunu ve böylece onun gerçek mantıksal biçimlerini ortaya çıkarmak olduğuna inanıyordu. Dil üzerindeki bu vurgu nedeniyle, analitik felsefe, felsefe konusuna dile doğru bir dönüşü dahil etmek için ve dilbilimsel analize doğru eşlik eden bir metodolojik dönüşü savunmak için alındı. Russell, mükemmel bir dil için çerçeve sağlayabileceği düşünülen sembolik mantık tekniklerinde, felsefenin yeni bir temel üzerine konabileceğine dair bir güvence ölçüsü buldu ancak filozofu sadece bir mantıkçı olarak değil, bir analizci olarak gördü. Moore, diğer eserlerinde olduğu gibi, “Sağduyunun Savunması” adlı yazısında da, yalnızca zamanın gerçekliği gibi idealist doktrinlere karşı değil, aynı zamanda filozofların savunduğu diğer akılların veya maddi bir dünyanın varlığı gibi tüm şüphecilik biçimlerine karşı da savundu. Doğrudan algılanan şeyin kalemin yüzeyi değil, Moore'un “duyu verileri” olarak adlandırdığı ve daha önceki ampiristlerin “görsel duyumlar” veya “duyu izlenimleri" olarak adlandırdığı başka bir görme duyusu olması gerektiğini düşündü.
4-)Utilitarizm
Diğer adıyla yararcılık dediğimiz bu görüş, sonuçlara odaklanarak doğrunun ve yanlışın ne olduğunu belirleyen etik bir teoridir. Bu bir sonuçsalcılık şeklidir aslında. Faaliyetlerin sonuçlarına veya önemine odaklanır ve niyetleri konu dışı olarak değerlendirir. Bu fikirde, iyi sonuçlar iyi hareketlere eşittir. 18. Yüzyılda İngiliz filozoflar John Stuart Mill ve Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmıştır. İkisi de eylemlerin ürettikleri mutluluk veya zevk açısından ölçülmesi gerektiğine karar verdiler. Ahlakımızı sürdürecek şeyin mutluluk olduğunu, bu mutluluğun nihai son olduğunu ve bunun için her şeyin yapılması gerektiğini savundular. Kant gibi, yararcılar ahlaki bir teorinin herkes için eşit bir şekilde uygulanması gerektiğini kabul eder, ama bunu yapmanın yolu, onu gerçekten sezgisel bir yere yerleştirmektir. Zevk aramak ve acıyı önlemek için ilkel arzudan başka daha basit bir şey yoktur. Bu yüzden, yararcılığın hedonistik bir ahlaki teori olduğu söylenir. Bu iyinin hazza eşit olduğu anlamına gelir ve zevki sürdürme, acıyı önlemek için çalışmak gerektiğini düşünürler. Egoizm gibi yalnızca kendi mutluluğun için çalışmayı değil diğer varlıklar için de zevk ve mutluluğun aranması gerektiğini savunurlar. Bu görüşün ilkesi her zaman en büyük için en büyük yararı üretecek şekilde hareket etmeliyizdir. Ahlak söz konusu olduğunda özelsin ama hiç kimseden daha özel bir konumda değilsin der yaracılar. Bu nedenle, çıkarlar önemlidir ancak başkalarınınkinden daha fazla değildir. Bentham ve Mill ilk kez ahlak teorilerini ortaya attıklarında bu herhangi bir durumda, en büyük mükafat için en büyük iyiyi üreten eylemi seçmemizin gerektiği anlamına gelen davranışsal ya da klasik yararcılık olarak geçiyordu.
5-) Liberalizm
İngiliz düşünürleri üzerinde oldukça büyük bir etkisi vardır. Liberalizm, bireyin özgürlüğünü koruyan ve geliştiren politik bir doktrindir ve siyasetin merkezi sorunu haline gelmiştir. Liberaller genellikle hükümetin bireyleri başkaları tarafından zarar görmekten korumak için gerekli olduğuna inanırlar, ancak hükümetin kendisinin özgürlük için bir tehdit oluşturabileceğini de kabul ederler. Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonlarından bu yana, çoğu liberal, hükümet yetkilerinin bireyin özgürlüğünü korumanın yanı sıra teşvik edebileceği konusunda ısrar etmişlerdir. Modern liberalizme göre, hükümetin başlıca görevi, bireylerin özgürce yaşamalarını veya potansiyellerini tam olarak gerçekleştirmelerini engelleyen engelleri kaldırmaktır. Bu tür engeller yoksulluk, hastalık, ayrımcılık ve cehaleti içerir. İngiliz filozof John Locke, bu kavram üzerine en büyük etkiye sahip olan bir filozoftur. İnsan haklarının yanı sıra güçler ayrılığı fikrine katkı sağlamış, yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakkının en önemli temel haklar olduğunu savunmuştur. Negatif özgürlük kavramını önemli görmüş, otorite, baskı ve müdahaleden bağımsız, özgürce yaşanması gerektiğini savunmuştur. Modern siyaset felsefesi ise Thomas Hobbes’un savunduğu bir görüştür ve John Locke’un liberalizm kuramıyla farklılıklar gösterir. Onun görüşünde John Locke’un tam tersi olarak egoizm vardır, özel mülkiyet önemsizdir ve devlet her şeye gücü yeten sınırsız bir oluşumdur. Egoist olan insanın akıllı olduğunu savunmuş, insanların doğuştan erdemsiz olduğunu söylemiştir. Hobbes’un modern siyaset felsefesi için düşündüğü amaç, savaşı bitirmek olduğu için bunun ancak güçlü bir devlet fikriyle sağlanabileceğini düşünmüştü, diğer türlü insan egosu ağır basacak ve insan kendisinden üst seviyede olan başka bir insanın yerine geçmek için savaşacaktı, yani Hobbes’un savunduğu bu amaç devlet olmazsa savaşla sonuçlanacaktı. Bu tür fikirler ortaya atarak modern siyaset felsefesini oluşturmuş ve kurucusu olarak görülmüştür. Ayrıca cisimci materyalist olan İngiliz filozof Hobbes, varlığın temelinde sadece maddenin olduğunu, hareketin cisimlerin yer değiştirmesiyle olduğu görüşünü savunmuştur. Bu düşüncesini Leviathan adlı kitabında “…evren, yani var olan şeylerin tümü cisimseldir…evrenin her parçası cisimdir...” diyerek dile getirmiştir.
İngiliz düşünce tarihini oluşturan bu akımlar ve düşünürler hem daha başka birçok akımdan etkilenirken hem de daha birçok farklı kökenden düşünürü etkilemiş ve felsefeye yeni başka görüşler katıp onu daha da şekillendirmeyi sağlamıştır.
Kaynak: 1
Yorum Bırakın