Birkaç gündür bir söz sürekli aklımda dönüyor: "Hamdım, piştim, yandım." Mevlana'nın bu değerli sözü genel bir bakış açısında din alanında değerlendirilebilecek bir söz, ancak kelimeleri kişi kendi perspektifinden değerlendirdiğinde ve kendine göre birtakım anlamlar yüklediğinde, söz de her bir insan için olduğundan daha farklı anlamlar kazanabiliyor. Sanıyorum ki, ben de din ve tasavvuf perspektifinden yaklaşmak yerine tecrübelerime doğru yola çıkarak hayata dair birtakım öznel çıkarımlar yapmış oldum, bu yolculuk esnasında kendime de birtakım itiraflarda bulundum. Dilerim bu yazıda kendinize dair bir şeyler bulabilirsiniz ve sizlerin de içinde bulunduğu bu hayat yolculuğunda, bir nebze olsun varılacak hedeflerin odağından biraz olsun sıyrılarak attığınız adımlara karşı bakış açınızda bir değişim gerçekleşmesine vesile olur.
Düşündüğümüzde, her insan başlarda ham değil midir? Hangi konuda olursa olsun, anadan doğma tecrübeli değiliz veya bilgiye doğrudan erişemiyoruz. Kimimiz kişilik özellikleri, huyları, alışkanlıkları veya düşünce biçimleri sayesinde diğerlerine göre bazı alanlarda daha hızlı ilerleyebiliyor. Veya eskiden farklı alanlarda edindiği tecrübeler kişiye yine daha farklı alanlarda katkı sağlayabiliyor; kişi sıfırdan başlamak yerine ikinci, belki de üçüncü seviyeden başlayabiliyor. Milyarlarca farklı insan, milyarlarca farklı hayat, milyarlarca süreç. Tüm bu milyarlarca farklı süreçte ortak olan bir nokta var: Tecrübe.
Tecrübe kelimesi deneyim, zamanla bir konuda edinilen bilgi birikimi veya yaşanmışlık, görmüş geçirmişlik ile açıklanabilir. Tüm bu kelimelerin çıkış noktasının bir şeyler yaşamak ve bu yaşananlardan ders çıkarmak olduğu söylenebilir. Kişi kendi yaşadıklarından ders çıkarabileceği gibi, yeterince empati kurabiliyorsa veya farkındalığa sahipse etrafında olan bitenlerden de gerekli dersleri çıkarıp buna göre hareket edebilir. Bu kişiden kişiye değişen bir durum.
Yukarıdaki durumun yanında, yaşananlardan ders çıkaramama da söz konusu olabilir. Kendime birtakım itiraflarda bulunduğum kısım burada başlıyor: ders almayı bir türlü başaramadığım alanlar. Yanlış kişilere güvenmek, gereğinden fazla güvenmek, gereğinden fazla değer vermek, herkesi kendin gibi düşünmek ve daha birçok şey. İnsanlar olarak ders almamız ve öğrenmemiz gereken öyle çok şey var ki, ister hayata dair olsun ister daha bilimsel olsun, öğrenme ve ders alma sürecimiz bir bakıma bizler son nefeslerimizi verene dek bitmiyor. Bazen de bir dersi almayı başaramadığımızdan hayat bizleri aynı dersten farklı zamanda, farklı koşullarda ve farklı insanlarla tekrar tekrar sınar, bu da kısır döngü olarak değerlendirebileceğimiz bir duruma dönüşür. Eğer sürekli güveninizi kıran insanlarla karşılaşıyorsanız, eğer sürekli başarısızlıkla karşı karşıyaysanız, tahminimce bir kısır döngü yaratmışsınız ve bu döngüyü kırabilmeniz için bu yaşananların size ne öğretmek istediğine odaklanmanız gerekiyor.
Hayatımızda birçoğumuzun bir işi, bir insanı veya belirli bir para miktarını gözüne kestirdiği, hatta hayatta ulaşmak istediği neredeyse tek amaç haline getirdiği illa ki olmuştur. Açıkçası, hayata dair en büyük sınavlarımızı da amaç edindiğimiz bu konularda veriyoruz. Amaç edindiğimiz bu konular öyle hayatımızın merkezine yerleşmeye başlıyor ve bizi öyle etkisi altına alıyor ki, bir sınavla karşılaştığımızda sınavın bizi zorlama miktarı o konuyu hayatımızın ne kadar merkezine aldığımızla doğru orantılı oluyor. Sanırım buna bir öğrenci olarak verebileceğim en iyi örnek, üniversite sınavlarına giriş olabilir. Üniversite sınavına üniversite kazanmak için giren ve bu sınav için bütün yılını çalışarak geçiren kişiyle üniversite sınavına "kendimi denemek istiyorum" diyerek giren kişinin sınavlarının aynı şekilde geçeceğini söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Tüm yılını bu sınava hazırlanarak geçiren kişi, elbette ki bu sınavı hayatının belki de tam merkezine oturtmuş oluyor, bu da söz konusu sınavla yüzleştiğinde onda ağır bir strese sebebiyet verebiliyor. Kendini denemek isteyen kişi ise aynı sınavı aslında çok daha kolay, belki de ilk bahsi geçen kişiye göre çok daha rahat geçiriyor. Çünkü sınav hayatının merkezinde yer almıyor, sınavı önemsediği kadar stres veya zorlanma yaşıyor. Başka bir örnekte de, hayatınızda olağan bir yeri olan bir kişiyle özel bir yere koyduğunuz kişileri ele alalım. Hiçbirimizin olağan bir kişi ve özel bir kişi ile aynı heyecan veya gerginlik seviyesinde konuşabildiğini sanmıyorum. Özel insan, ister istemez hayatımızın merkezine çok daha yakın olduğundan, onunla konuşması da bir o kadar zorlaşıyor. Olağan bir kişiyle gayet dobra bir şekilde açık açık konuşabiliyorken özel bir kişiye söylenmek istenenler aylarca, hatta yıllarca söylenemeyebiliyor. Yıllar sonra söylense de artık iş işten geçmiş oluyor, öyle değil mi?
Peki ya amaç olarak değerlendirdiğimiz şeyler aslında birer araçsa? Ya karşılaştığımız her insan, attığımız her adım bizlerin bir yerlere varabilmesi için birer araç teşkil ediyorsa? Eğer böyleyse, varacağımız yer neresi? Asıl amacımız ne olabilir? Sorduğum bu soruları yazımın sonunda yanıtlayabilmeyi umuyorum.
Şimdi, araç olarak değerlendirilmesi gerekirken amaç haline getirilebilecek bir durumu ele alarak varılması gereken yeri keşfetmeye çalışalım. Sanıyorum bu durumda verilebilecek en doğru örneklerden biri, bir insan olurdu. İnsanların sosyal birer varlık olduğu düşünüldüğünde, insan ilişkilerinin hayatımıza etkileri de yadsınamayacaktır. Varsayalım ki, A ve B birbirlerine bir süre uzaktan baktıktan sonra tanışmış olsun, yaklaşık 6 ila 7 aydır bakışıyorlar diyelim. Tanışıyorlar tanışmasına, ancak birbirlerinden ne kadar etkilenmiş olursa olsunlar daha ilk zamanlardan aksilikler başgösteriyor. Aynı dilden konuşamıyorlar, belki de sürekli kavga ediyorlar. Böyle bir durumda bir yol ayrımına geliniyor: ya bu kaotik sürece devam edecekler, ya da yollarını ayıracaklar. Aslına bakarsanız, fikrimce ne sürece devam etmeliler ne de yollarını ayırmalılar. Burada birincisi, karşılarına çıkan bu dersi alıp bu kaotik süreci sonlandırabiliyorlar mı, ikincisi de biri diğerini veya birbirlerini hayatlarının merkezlerine aldılar mı soruları karşımıza çıkıyor ve bu sorulara verilecek yanıtlara göre bir karar verilmeli.
Birinci soruyu cevaplamaya çalıştığımızda, A ve B'nin alması gereken dersi incelememiz gerekiyor. Almaları gereken bir ders mi var derseniz, bence hayatımızda karşılaştığımız herkes bizlere birer ders vermek için hayatımıza dokunuyor. Bu kişi ister anne - babamız, ister dolmuşta bağırdığımız insan, ister en yakın arkadaşımız, hatta kendi evladımız olsun. Bizimle arasında çatışma olan her şey bizleri dönüştürmek ve bizlere bir şeyler öğretmek için hayatımıza dokunuyor, tez ve antitezin çatışmasından doğan bir sentez gibi. Bu fikir beyanından yola çıkıp sorumuza dönecek olursak, evet A ve B'nin arasında bir çatışma var: aynı dilden konuşamamak. A'nın konuştuğu dilin tezi ve B'ninkinin de antitezi oluşturduğu bu diyalektik yaklaşımda da bu çatışmanın sonucu ortak bir dil geliştirebilmek, orta yolu bulabilmek, birbirini daha iyi dinlemek veya daha sağlıklı konuşmak gibi birtakım dersler almaları gerekebilir, bu seçenekler kişilere ve koşullara göre elbet değişir. Ancak bu tecrübelerden öğrenilmesi gerekenler öğrenilmiyor hatta aynı şekilde, belki de daha ağır, devam ediliyorsa bu durum bir kısır döngünün oluşmasına sebep olabilir: sürekli kavga edilen kaosun hüküm sürdüğü çok yorucu bir kısır döngü. Bu döngü elbet kırılacaktır, ancak derslerin alınmasıyla mı kırılır yoksa A ve B'nin paramparça olmasıyla mı, orası muamma.
İkinci soruya baktığımızda, hele ki arada iletişim probleminin olmasının yanında bir de A'nın B'yi hayatının az da olsa merkezine almaya başladığını, bir günün çoğu zamanını onu düşünerek geçirdiğini varsayalım. A'nın B'yi düşünürken pek de iyiye odaklanamayacağı konusunda sanıyorum hemfikiriz. Huzur vermeyen bir şey sürekli düşünülüyorsa da, elbet A'nın hayatının diğer alanlarının da bundan ağır etkileneceği aşikar. Bu kadar düşünce sürecinin devamında A'nın takıntılı bir hal almaya başladığını, hatta uzun bir süre sonlandırılmadığı halinde B'ye ve onunla arasındaki bu kaosa bağımlılık geliştirdiğini düşünün. Ne kadar sağlıksız, ne kadar zarar veren bir durum. Oysa iletişim sıkıntısı yaşamasına rağmen hayatının merkezinde bu denli yer almasa, B ile arasında geçenler A'ya bu denli zarar vermezdi, öyle değil mi? Bu iki sorunun cevabını vermeyi artık size bırakıyorum.
Tüm bu tecrübeler yaşanırken, kişi araç olarak değerlendirmesi gereken şeyleri amaç olarak edinirken aslında huzurundan ve zamanından feragat ediyor. Bana kalırsa, insan için hayatında en çok önem teşkil eden şeylerden ikisi bunlar. Kişi tecrübe ediyor etmesine, başka bir ifadeyle yanıyor, pişiyor. Ancak pişmenin de bir süresi olmalıdır, öyle değil mi? En sevdiğiniz yemeği gereğinden fazla pişirdiğinizde, artık yenmeyecek hale gelebilir. Yukarıda bahsettiğim özel kişiye söylenmek istenen sözlerin söylenmemesini, bir zaman sonra bu sözlerin söylense de bir şey değiştirmeyebileceğini anımsayın. O yemeği yerseniz zehirlenebilir, o sözü söylerseniz olmadık sonuçlara sebebiyet verebilirsiniz. O kişi artık İspanya'ya gitmişse sizin bunu Türkiye'den söylemenizin ne anlamı kalır? Özetle, her şey zamanında güzeldir. Kısır döngü eninde sonunda kırılır, ancak doğru zamanda kırılıp kırılmayacağı da, sonuç itibariyle bizlerin elinde.
Sanırım, bu yolculuğun sonuna yaklaştık. Tüm bu tecrübelerden alınan derslerden sonra, kişi kendini sürekli bir dönüşüm sürecinde buluyor, nefes aldığı her an dönüşüyor. O dönüştüğü gibi çevresi de, hayat koşulları da ona eşlik ederek dönüşüyor. Hayatın akışında, insanlar, paralar, işler, tecrübeler geliyor ve gidiyor. En yakınımızda kalıcı olduğunu düşündüklerimiz bile. Tüm bunların ötesinde ise, kişi dönüp dolaşıp değişmeyen biricik şey ile baş başa kalıyor: kendisiyle. Ne kadar uzun ve yorucu bir yolculuk bu değil mi? Halbuki bu yolun sonunda, hatta her gün girdiğimiz envai çeşit her yolun sonunda, bizler kavuşmak üzere kendimizi keşfetmeyi bekliyoruz. Hayatımızın merkezine uygun ölçüde kendimizi koymamız gerektiğini, karşılaştığımız insanların ve olayların amacının bizleri kendimize ulaştırmak olduğunun farkına varıyoruz. Bu yolculuk benim için tahminimden daha farklı rotalarda, hiç bilmediğim sokaklarda yürüttü, koşturdu ve tırmandırdı beni. Şimdi, tarif etme telaşına gerek duymadığım bu konumda, ben ulaşmaya çalıştığım şeye, bu farkındalığa vardım. Ancak, biliyorum ki unutabilirim, şaşırabilirim ve belki tekrarlayabilirim adımladığım yerleri yeniden. İnsan olmak böyle bir şey değil mi zaten? Bana kalırsa önemli olan, yola koyulmak için duyduğumuz güveni, merakı ve heyecanı yitirmemek; kaybolmaktan korkmadan, kendimizi keşfederek.
Hepimiz insanız, unutabiliyoruz veya öğrenemeyebiliyoruz. Hatırlamakta veya farkına varmakta fayda var. Hepimize, kendimize giden bu yolda iyi yolculuklar.
Yorum Bırakın