2003 yılında Christoffer Boe yönetmenliğinde psikolojik romantik bir postmodern drama Reconstruction. İskandinav sinemasına Mad Mikkelsen’li Jagten’den sonra daha bir ilgi duymamı sağlamış neresinden tutarsan orasından yorumladığın bir eser olmuş. Maria Bonnevie, Nikolaj Lie Kaas, Krister Henriksson’dan oluşan küçük ama yetenekli bir kadrosu var. İzlemeyenler için film kısaca, Kopenhag’ın bir metro istasyonunda illüzyon gösterisi izlerken birbirlerini fark eden Alex ve Aimee, Alex’in sevgilisi ve Aimee ile aynı oyuncu tarafından canlandırılan Simone ve Aimee’nin kocası anlatıcı yazarımız August olarak dört karakteri aşk çerçevesinde ele alıyor. Üstüne tam oturan soundtrack’iyle  filmin okumasına başlayalım.

 

Film doksanlı yılların o bildiğimiz teknoloji hayranı, serkeş, bir gayret toplumsallaşmaya çalışıp başaramayan havasından çıkıp gelen yalnız karakterlerin hayatlarını; aşkın peşinden koşarak, aşkı anlamaya çalışarak ve aşka tutunarak, insanın insana mecburiyetiyle ele alan bir kitap kurgusu aslında. İki binli yılların başında her dekadda olduğu gibi insanın aciziyetini ve yalnızlığa düşüşünü kendi karışık yöntemiyle göstermiş bize.

Film daha en başında bize bunların hepsinin bir kurgu olduğunu söyleyen anlatıcı August’un yine de acıtıyor, demesiyle başlıyor. Biliyoruz ki üzüleceğiz. Ve biliyoruz ki August bize kendi dünyasını kendi kurgusunu anlatacak. August ile ilgili bilmemiz gereken iki şey var; yazmaya ve yazılarına ilham olan Aimee’ye olan tutkusu. Onlarsız var olamayacağını bilen August aldatıldığını fark ettiğinde bile Aimee’ye olan bağlılığından/bağımlılığından dolayı bunu belli etmiyor ve ilham için tüm bunların olmasına izin veriyor. Belki de August bu kurguyu/fantezisini kendisinin Aimee’ye olan tutkusunu iyiden iyiye pekiştirmek için yapıyor. Çünkü August filmin başında bize şunu söylüyor ‘’hepsi aşkın peşinden koşan zavallı çocuklar…’’ August, aşkın peşinden koşmuyor, bize hissettirdiği havada zaten aşkın içine düşmüş iradesiz ve onsuz var olamayacak ama yine de mağrur bir adam havası var. O olacakları çoktan biliyor. Filmin galibi August diyebiliriz belki ama bu yine de Alex’e acımamıza ve kendimizi Alex’in yerine koymamıza engel olmuyor.

-İnanıyorum ki aşk temel olarak, iki cinsiyete de tek tek, farklı şeyler ifade ediyor. Kadın için aşk gereklidir. Onsuz yaşanmaz. Kadın için aşk, hayatın bilinçli bir seçeneğidir. O aşık olmayı seçer.
-Demek ki aşk bir seçenek olabilir?
-Evet, bu doğru değil mi? Sevişmek bu seçeneği ortadan kaldırmaz. Diğer yandan biz erkekler her şeyin bir anda gerçekleşmesini isteriz. Hiç programlanmadan. Çünkü biz aşktan utanırız. O bir engeldir. İster amaç olsun ister araç; aşk gereklidir. Doğru olan budur.

Filmde her ne kadar Alex’i izlesek de ben de tıpkı yazar gibi bu kurguya tanrısal açıdan bakmak istiyorum. Bu tarz filmlerde her karakterden kendimizde biraz bulduğumuz için her karaktere hakkını vermek gerekiyor diye düşünüyorum.

Baş karakterimiz Alex’in dilemmasını anlatır film. Kendi güvenilir kıyısı olan onu seven, sevdiğini söyleyen Simone ile ona yasak olan(evli kadın) çekici gelen, yabancı olan Aimee arasında bilinçsiz bir seçim yapar. Bir çocuk gibi önündeki yemeği birbirinin aynı bile olsa(Aimee ve Simone aynı oyuncu tarafından canlandırılır) beğenmez ve diğerini ister. Alex açgözlüdür. Alex hırslıdır. Alex meraklıdır ve heyecan arar. Basitçe insandır. Alex kendi iradesini iradesizlikle değiş tokuş eder. Ucu görünmeyen hayaller kurar, Aimee ile Roma’ya gitmek ister. Rutin onu boğuyordur belki de.

Bu noktada Aimee ve Simone’u bir ilişkinin başı ve ilerleyen zamanları olarak da başka bir şekilde yorumlamak da mümkündür. Belki de Alex sevdiği kadına olan aşkını ilk anladığı zaman içine balıklama atladığı denizi keşfettiğini düşünüyor ve artık yüzmek istemiyordur. Yazarın da söylediği gibi bir anda gerçekleşen o aşık olma hissi (Aimee) ile bir rutinde aşık kalma hali (Simone) arasında git gel yaşayan Alex anlatılıyordur filmde.

 

Öyle ya da böyle Alex kendi benliğini, kendinin farkında olma halinden bağımsız başkalarınca fark edilme üzerine kuran biri. Yine basitçe bir insan. Alex, Simone’la birlikteyken o ve Simone’un yapılanmasından doğan bir çevrede kendi varlığını buluyordu. Aimee hayatına girdiğinde geçmişi eski hayatı oldu bir anda ve zaten Alex de eski Alex değil. Yine de korkuyor Alex. Eski yaşamından kimse kalmamış, hayatında onun varlığını bilen ve artık Aimee ile atıldığı bu yeni macerada Aimee’ye mecbur. Aksi halde tamamen yok olacak. Masada karşılıklı otururken karşısındaki ‘’aşık olunacak kadın’’ Aimee’ye iştahla bakar Alex. Ama bence, aynı zamanda korkar da ondan. Yüzü allak bullaktır. Alex istemsiz de olsa tüm hayatını Aimee için geride bırakmıştır çünkü. Aimee de onu tanımazsa Alex’in varlığı yokluğa dönecektir ve yapayalnız kalacaktır. Belki de bunun gerginliği vardır üzerinde: ancak birine ait olarak var olabilmek.

 

Yalnızlık. Adam. Kadın. Kahkaha.

 

Birbirlerini bir metro istasyonunda bulan ve aşık olan iki karakterimiz için karar verme zamanı gelmiştir. Önce Aimee’yi izleriz. Ona bağlı yazarımız August’un çabalarına rağmen, kocasının onsuz bir hiç olacağı telkinine rağmen Aimee biraz düşünse de kendi iç savaşından Alex’in lehine çıkar. Zor bir süreçtir onun için. Ama artık geçmişine umarsız, geleceğinde kararlı bir kadındır. Alex ile buluşacakları yere gider ve beklemeye başlar Aimee.

 “Tek bildiğim, sen benim hayalimsen ben de senin hayalinim.”

Olaylar burada Alex için zorlaşmaya başlar. Kurgu Alex’in karşısına bu süreçte her fırsatta Simone’u çıkarır. Eski hayatının, geride bıraktıklarının, şimdiki haline göre o çeşitli insanlarca bilinen ve var olan Alex’in, güvenilebilecek ilişkinin, komfor alanının, kesinliğin temsilidir Simone. Alex bir sınavın içindedir. Sağında ve solunda her ikisi de onu var eden, her ikisi de onu seven, birbirinin aynı ama bambaşka hayatlara açılan melek yüzlü iki kadın vardır. Alex ikisi için de isteklidir. Üstelik karşısındaki Simone eskisine göre daha alımlı daha istekli bakıyordur ona. Gerçekten öyle mi yoksa Alex’in bir yanılsaması mıdır bu? Neyi seçse aklı diğerinde kalan insan aciziyetinin merkezindedir Alex. Modern insanın FOBO (fear of better options) ‘suna benzetiyorum bunu.

Bir yanda Simone’un öpücüğüne kapılan Alex diğer yanda her şeyini BİLİNÇLİ halde kenara bırakıp Alex’i seçmiş Aimee vardır. Zaman durmaz. Alex Aimee’ye ulaşmaya çalışır, arar, sorar, koşar… Aimee’yi yakalar bir sokak köşesinde.

 

-Aşkım…
-Gelmedin.
-Özür dilerim. Bunu telafi etmek için her şeyi yaparım.
-Gelmedin.
-Kafam karışmıştı. Her şeyi baştan düşünmek zorunda kaldım.

 

Yazar August devam eder; ‘’Alex çok önemli bir anda tereddüt etmişti. Aimee’yi kaybediyor. Onun için geriye kalan son kişiyi. Aşkları ayakta kalabilir mi? Neye malolacak bu? Bir deneme. Onlar için. Aimee’ye olan aşkı için. Aptalca mı? Belki… Arkasını dönerse, şüpheye düşerse o kaybolacak.’’

 

Burada insanın Alex’in bu ikileminin, şüphesinin insanlığın tarihi boyunca var olduğunu anlamak için mitolojik bir hikayeden bahsetmek gerekiyor. Orpheus bir müzisyen ve şairdir. Çok güzel bir peri kızı Eurydike ile evlenmiştir. Eurydike bir yılan sokması sonucu ölmüştür. Karısının ölümünden sonra Orpheus büyük bir ızdırap çekmiş, onsuz yaşayamayacağını anlayınca, yer altına, karanlık aleme inerek sevgilisini aramak ister. Öteki alemin kapısına gelir, lirini çalmaya başlar. Onun acıklı müziğinden etkilenen Hades onu huzuruna kabul eder. Orpheus’a karısını bir şartla geri verebileceğini söyler. Yeryüzüne çıkıncaya kadar kendisini takip edecek olan sevgilisinin yüzüne asla bakmayacaktır.

Orpheus bu şartı kabul edip gün ışığına doğru yürümeye başlar, karısı kendisini takip ediyordur. Gün ışığına çıkmak üzereyken içine dayanılmaz bir şüphe düşer: acaba Eurydike gerçekten arkasında mı? Böylece aşk ateşiyle yanan Orpheus, daha fazla sabredemez ve kalbindeki aşk aklına tesir eder. Hades’in sözünü unutarak Eurydike’yi görmek üzere geri döner ve bakar. Onun bir anlık bakışı her şeyi alt üst eder. Sevgili karısı bir buhar gibi havaya yükselir ve kaybolur.

Alex de dönüp onunla gelip gelmediğini bilmek istediği Aimee’ye bakar. Bu aşk serüveninde Aimee onunla mıdır? Alex’in kendinden bildiği bu şüphe etme hali, onun kafasında Aimee’ye de yansımıştır. Aimee’nin sadakatinden şüphe eder. Artık metro istasyonunda yapayalnızdır. Bu sahnede filmde geçen birbirinin aynı üç fotoğraftan ikisi panolardadır. Biri geleceğe atlamayı, biri olduğu yerde kalmayı biri de sadece kendisinin bildiği. Hiçbiri olmuyor. Alex, Aimee ve Simone’un birlikte görüldüğü sahnede iki kadın birbirlerine gülümseyerek bakarlar. Aşık olmanın kutsallığını bilen, bu var olma halini kendi iradeleriyle seçen, birbirini bir bakışta tanıyan ve anlayan kadınlardır onlar. Ve Alex’e şunu söylerler;

 

”Anlamıyor musun? Seni hep sevdik. Hep… Hep…”

 

Hem aşkının heyecanını duyan o gizemli kadının sevgisini hem de sadakat ve sevgiyle bezenmiş kadının sevgisini kaybeder Alex. Seçimlerinin arkasında duramayan, kendinden ve karşısındakilerden şüpheye düşen kaderini belirleyemez ve artık tek başınadır. Onu var eden hiçbir dış etken kalmamıştır, kendiyle baş başadır. Her şeyi isterken hiçliğin ortasındadır.

Son bir umut Aimee’nin oteline gider. Üçüncü şansını zorlamaktadır. Ama Aimee’den ettiği tereddüt tıpkı Simone’da olduğu gibi onu bir yabancıya dönüştürmüştür. Aimee onu hatırlamaz dolayısıyla Alex de onu var eden son şeyi kaybettiğini anlar.

August: Ne oldu orda ?
Aimee : Gencin biri işte.
August: Seni tanıdığını mı sanmış ?
Aimee : Hayır, beni sevdiğini sanmış.

Aimee’nin bu son sözü hatırlamadığı ama yaşadığı hayal kırıklığını çok yalın bir şekilde izleyiciye yansıtır. Öte yandan aşkın avuçlarına aldığı August kadınını yeniden kazanmıştır.

 

“Kadın gitti. Kahkaha durdu. Ama erkek hala burada. Böyle değil. Yapayalnız. Bakın ona. Bu yalnızca bir film. Bir kurgu. Yine de acıtıyor.”

 

Film biz izleyicilere Pandora’nın kutusunu açtırıyor. Bizleri Alex ile empati yaptırırken sonumuzun Alex gibi olmasından da korkutuyor. Ve şunları soruyor, bizi var edenler hayatımıza aldığımız insanlar mı? Karşımızdaki insanı var etme şeklimiz, ona yüklediklerimiz, ondan beklediklerimiz gerçekte bizim bir yansımamız mı? Aşk bilinçli bir seçim mi yoksa kendimizi içinde bulduğumuz bir sürpriz mi?