Bir varoluşsal yalnızlık meselesi…
Karaköy’de Yeraltı camii civarlarında bir adamla tanıştım bundan dört sene evvel. Zannediyorum ki ellilerindeydi. Yuvarlak suratlı ,beyaz gür sakallı saçsız zayıf bir adamdı .Şimdi ne yapar nerededir bilmiyorum, pek tekin biri değildi. Benden bir dal sigara istedi, verdim. Yaktı sonra dedi ki “ben bu türbeyi izliyorum bütün gün ,izleyemezsem kafayı yerim.” Ne alaka durduk yere dedim ,önemsemedim ve geçtim gittim. Köşeyi döndüm kemankeş caddesinden boğazı gördüm, zaten boğazı gördükten sonra ne dayı umurumdaydı ne türbe ne de dünya.
Geçtim boğazın tam karşısına bir banka oturdum, bi sigara da ben yaktım. Yakmaya kalmaz altmışlarında, iyi görünümlü zannediyorum ki kendi çevresinde sosyal fakat kendini feci halde aristokrat zanneden bir teyze geldi yanıma oturdu ve ilk sözü “içmeyin şu pis zıkkımı” oldu .Bugün rahat yoktu bana anlaşılan, İstanbul’a ilk sefer gelişimde bütün manyaklar örgütlenip beni bulmuştu demeye kalmadan teyze cümleye şu şekilde devam etti.. ”Ben İzmir’de yaşıyorum ,eşimle dostumla otururuz bütün gün böyle. Bu Ankaradakiler falan deniz görmeden nasıl yaşıyorlar yahu hahahayt” içimden sessiz bir kahkaha atarak kalktım o banktan .Sosyal aristokrat yakıştırmasını şimdi siz de çok iyi anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Türbeyi izleyemezse kafayı yiyen dayı ve deniz görmeden yaşayamayan bir teyze tarafından sinir hücrelerim istismara uğramıştı resmen. Yol da iz de bilmem şu İstanbul’da, benim şanssızlığım herhalde dedim.
Aradan yıllar geçti ,bir gün oturuyoruz bir arkadaşımla bir şeyler içerken yazdığım bir şiiri okumaya başladım. Tam heyecanla vurgular yapıyorum,kah yükseliyor kah inceliyorum bir semazen gibi süzülüyorum derken arkadaşımın ağzından şu iki talihsiz cümle çıkıverdi “Ya olum sen mutsuz da değilsin. Niye şiir yazıyorsun ki yıkık mısın sen? “ bastım kahkahayı. Bu sefer sesli. “Şiir yazmak için mutsuz mu olmak gerek? Ben şiir yazmazsam yaşayamam” dedim. Demez olaydım. Beynime bir balyoz gibi indi beyaz sakallı saçsız ellilerinde kirli suratlı sakallarından sarı sarı kıllar fışkıran o dayının ve şekerli parfümü bütün vücuduna umarsızca boca etmiş kısa saçlı entel maganda teyzenin suratları. Ne yapacaktım şimdi? Bir üçgenin tam ortasında kalmıştım dört sene önce yarım yamalak bir hayal gibi hatırladığım türbeyi izleyemezse kafayı yiyen dayı, deniz görmeden yaşayamayan teyze ve şiir yazmazsa yaşayamayan ben evrende birbirimizden habersiz bir voltran oluşturmuştuk. Önümdeki birayı kafaya diktim. Ardarda hiç konuşmadan dört dal sigara içmişim ki arkadaşımın sesiyle kendime geldim. “Olum özür dilerim lan öyle demek istemedim” diyordu. “Yok kanka seninle alakalı değil bu varoluşsal.” Lan! Tabi ya. Varoluşsaldı bu, varoluşsal yalnızlığımızdı kendimize taktığımız papatya kılıklı prangalar.
Kürkçü dükkanımızdı o prangalar, hep zihnimizin bir yerinde sinsice hapsettiğimiz, kendi haline terk ettiğimiz prangalar.. Bir çocuğun boğazı ağrıyacağını bildiği halde her defasında korka korka dondurma yemesi gibi en saf halimizle yaklaştığımız ve doksanlarında bir ihtiyarın artık yaşamaya dair kalmayan umudundan hayattan ağır ağır ve sert bir hal ile uzaklaşması gibi uzaklaştığımız; en nihayetinde ne yapsak ayağımızın bir şekilde takıldığı ve içine düşüp kaldığımız mutlak gerçeğimizdi.
“Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi ? Burada namuslu insanlar arasında sakin sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Sait Faik Abasıyanık
Diye özetlemişti bunu Sait Faik.
Neydi peki bu varoluşsal yalnızlığımızın sebebi? Neden böyle hissediyordu Sait Faik, neden nefes almakla özdeşleştiriyordu sosyal aristokrat teyze deniz görmeyi? Sakallı dayı ne buluyordu bir beton binada senin ya da benim bulamadığım da zihnini öylece kenetleyebiliyordu kendine aklını kaçırmadan ya da ben neden şiir yazmayı aklı selim buluyordum devam edebilmek için mutlu bir hayata aslında mutluyken ve de hiçbir sebep yokken .Polis olmasaydım katil olurdum diyen bir baş komiseri bir katil olmaktan alıkoyan o ince çizgi neden?
Neden ulan bütün bunlar? Neden bu kadar yalnızız kendi içimizde Dışarda bir dünya durmadan dönüyorken içimizde neden hep aynı yaşanıyordu mevsimler?
Çünkü bu bizim matriximiz. Kendimize hayata tutunabilmek için bir sanal gerçeklik yaratmışız ,çünkü bu dünyanın gerçekliği hassas kalpler için berbat çalışıyor .Bu nasıl bir şey biliyor musun? Herkesin çıplak olduğu bir evrende çıplaklık diye bir algı söz konusu bile değildir. Ama sen yine de çıplaksındır. Hepimiz çıplağız aslında, farkında değiliz .Ama sen daha bir çıplaksın onlardan.. Bir rüya gördüğünde bazen bunun bir rüya olduğunu anlarsın ya, o zaman işler bir garip distopyaya doğru yol alır ve daha fazla ilerlemez hiçbir şey ve uyanırsın. İşte bizler o rüyadan çoktan uyandık, her şey bir distopyaya yol almasın diye uykuda gibi davranıyoruz, takıyoruz o papatya kılıklı prangaları.
"Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, “daha önce haber vermiştik” derler. “Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik.”" -Oğuz Atay
İşte bütün kapıların birer birer kapandığını görenler ve kusurları düzeltmeye fırsatı olmadan yargılananlar, daha göl manzaralı yolları izlemeden kendini son istasyonda bulanlar. Üstelik bu hayatta her zaman haksız çıkanlar olarak kurduğumuz sanal gerçekliklerde ,papatya kılıklı prangalarda mutluyuz.
Hani diyorsun ya yalnız değilsin diye;
Yaşanmamışlıkların acısını bir gök taşı yağmuru kadar normal karşılayan bir halkın içinde boğaz kenarına boylu boyunca dizilmiş tek kişilik banklar kadar yalnız hissediyorum kendimi bu şehirde.
Kendinden olmayana tiksinen bakışlarla baktıktan sonra saygın meydanlarda insanlık naraları atan aristokratlar içinde kiliseden camiye çevrilmiş antika bir binanın deposunda çürümeye meyleden gümüş bir haç gibi yalnız hissediyorum kendimi bu şehirde.
Edebiyat dergileri okuyan insanlara bayık derken kendi gözlerindeki bayıklığın farkında olmadan idame ettirilen hayatların içinde sadece sarhoşken derdini anlatabilecek bir adamın meyhanede bıraktığı son duble rakı kadar yalnız hissediyorum kendimi bu şehirde.
Unutkan bir umutkanlıkla köşe kapmaca oynarken insanlar bir kentin sokaklarında sevdiğiyle gündelik aşkların daha elitist durduğu bu yerlerde rötar yapmış bir uçuşun acemi pilotunun annesinden hatıra okunmuş nohutu kadar yalnız hissediyorum kendimi bu şehirde.
Öyle, yalnızım işte.
Yalnızız. Varoluşsal olarak yalnızız üstelik .Fakat yalnızlığımızın da yaşamak gibi bir anlamı var, bunun tadına onlar asla ulaşamazlar.
Çağrı Bektaşoğlu
Çağrı Bektaşoğlu tebrik ederim çok güzel yazı olmuş. Ben de kendimi bu şehirde boğaz kenarındaki tek kişilik banklar kadar yalnız hissediyorum :)