Dark City; yönetmen koltuğunda Alex Proyas’ın oturduğu, 1998 yapımı bilim kurgu, suç ve gizem filmidir. Matrix’den yaklaşık olarak bir sene önce beyaz perdede gösterilen Dark City, o dönemde gösterime girmiş ve konuları birbirleri ile belirli açılardan benzerlik gösteren diğer tüm filmler gibi yeterince geniş kitlelere ulaşamamış, Matrix’in gölgesinde kalmıştır.
Dark City’nin öne çıkan oyuncularına ve yönetmenine kısaca bakmak gerekirse, Alex Proyas’ı, en popüler filmi olan “I, Robot” ile tanıyor olmanız muhtemeldir. Ayrıca “The Crow” isimli filmi de eleştirmenler tarafından yüksek notlar almayı başarmıştır. Başrolümüz olan Rufus Sewell, “The Father” ve “The Illusionist” gibi son derece başarılı olarak görülen filmlerde, ayrıca son zamanlarda oldukça popüler bir yapım olan “The Man in the High Castle” isimli dizide rol almıştır. Jennifer Connely ise “A Beautiful Mind”, “Requiem for a Dream” gibi başarılı filmlerde ve “Snowpiercer” dizisinde yer almıştır.
Filmin distopya teması üzerinden incelenmesine geçmeden önce, distopyanın ne olduğu hakkında ufak bir tanım yapalım. Distopya, ütopya kavramının zıttı olarak kullanılmaktadır. Baskıcı ve otoriter bir sistem olarak ifade edilebilir. Toplumun ezildiği ve haksızlığa uğradığı, çoğu zaman temel haklarının elinden alındığı bir yapıdır. Dark City de tam olarak bu sistem üzerine inşa edilmiş bir filmdir. Kişilerin özgürlükleri, dünya dışı farklı bir yaşam formu olan “The Strangers” grubu tarafından her açıdan sınırlandırılmıştır. Öyle ki benlikleri bile kendilerinden çalınmıştır. Kimileri kendi bedenlerinde başkalarının hatıralarını yaşatmaktadır. Kimileri de her gün farklı birisi olmaktadır. Her geçen gün değişen yapı bedenleri olmasa da psikolojik olarak tamamen farklı birer bireye dönüşmektedirler. En masum olarak görünen işlemde bile kişinin hafızası sıfırlanmaktadır, dün ne yaşadığını bile hatırlayamaz hâle gelmektedir. Fakat hiçbirisi mevcut düzeni sorgulamadığı için bu durumun farkına varamaz. Yaşamlarında hiçbir sorun olmadığını düşünerek birer kobay faresi olarak hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Belki bizler de dış dünyadan haberdar olduğunu zanneden birer kobay faresiyizdir, kim bilir?
Film, Rufus Sewell’in canlandırdığı John Murdoch’un nasıl geldiğini bilmediği bir otel odasında uyanmasının ardından kendisine ve yaşananlara dair hiçbir şey hatırlamadığını fark etmesi ile başlamaktadır. İşlenmiş bazı cinayetlerden dolayı aranan John, hafızasını kaybettiği için bu cinayetleri gerçekten işleyip işlemediğini bilmemektedir. İçine düşmüş olduğu bu bilmecenin cevabını aramak için harekete geçen John’un başından geçen olaylar ve “The Strangers” olarak belirtilen bir grup ile arasında yaşananlar filmin konusunu oluşturmaktadır. Gerçeklik arayışı ve insanı insan yapan değerlerin sorgulanışı, filmin dayandığı temel noktalardır.
Filmin geneline hakim olan distopik hava, şehrin genel görünümü, yaşananlar ve karakterler ile bağlantılıdır. Şehrin sahip olduğu kasvetli hava, henüz filmin ilk dakikalarından itibaren bir şeylerin yolunda olmadığını izleyiciye söylemektedir. Ayrıca mekanların geneline hakim olan koyu ve soğuk renkler de bu düşünceyi desteklemektedir.
Dünya dışı varlıkların veya bizden gelişmiş toplumların ellerinde bulundurduğu mutlak gücün, mutlak kötülük anlamına geldiğini çoğu sinema yapımında görmekteyiz. Örneğin uzaylı denildiği zaman akıllara direkt olarak dünyayı yok etmeye çalıştıkları gelmektedir. Aynı şekilde bizden gelişmiş bir toplum ile karşılaşmamız durumunda yaşayacağımız olaylar hemen hemen aynı kabul edilmektedir. Peki bizden farklı olanlara karşı sergilediğimiz bu tutumun çıkış noktası nedir? Farklı veya güçlü olanın mutlak kötülük olduğunu düşünmek ne kadar mantıklıdır? Yoksa bu önyargının oluşma sebebi içinde yaşadığımız toplum mudur? Belki de kendi dünyamızda ne görüyorsak, diğerlerinden de aynılarını bekliyoruz. Güçlünün güçsüzü ezdiği, farklı olanların dışlandığı ve sevilmediği bir dünyada yaşayan insanların, bunun genel geçer bir durum olduğunu düşünmesi son derece doğaldır. Bu açıdan bakıldığı zaman, birçok sinema yapımına ve edebi esere konu olan bu durumun içerisinde yaşadığımız gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımızı görmekteyiz. Zaman geçtikçe ve teknoloji de ilerledikçe karşımıza çıkacak olan distopyalar çok yüksek ihtimalle bizim distopyamızın biraz daha gelişmiş hâlleri olacaktır. Yani bizim üretmiş olduğumuz içeriklerde ütopya, olmak istediğimiz yeri temsil ederken; distopya ise bizlere çoğunlukla hâli hazırda olduğumuzun farklı yansımalarını sunmaktadır.
Dark City evreninin distopyaya dönüşmesindeki ana etken olan “The Strangers” grubu, cesetlerin içerisine girerek insan formunu almış uzaylılardır. Şehir üzerinde mutlak hakimiyetleri bulunmaktadır. İstedikleri her şey istedikleri şekilde gerçekleşmektedir. Ana amaçları, insanı insan yapan değerin ne olduğunu anlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için de şehirde yaşayan insanların hafızalarıyla ve anılarıyla oynayarak yeni keşifler elde etmeye çalışmaktadırlar. İnsanları diğer yaşam formlarından farklı kılan tek kavram hafızaları mıdır, yoksa buna destek olan başka kavramlar da var mıdır? Bunu anlayabilmek adına bir sürü deney gerçekleştirirler ve insanları çok uzun süre incelerler. Fakat en sonunda insanı insan yapan kavramın hafızadan çok daha fazlası olduğu anlaşılmaktadır. Amaçlarına ulaşmak isteyen bu grubun yapmış olduğu deneylerden en sık kullanılanı ve en etkilisi olduğunu düşündükleri yöntem, insanların hafızalarını birbirleri ile değiştirmek, aynı anıları farklı insanlara yaşatarak onların davranışlarını analiz etmektir. Bir noktada, “The Strangers” ekibinin bir üyesi, bir insanın yaşamış olduğu anıyı yaşar. Her şey tam olarak aynıdır, yalnızca insan yerine o anı kendisi yaşamaktadır. Eğer ki insanı insan yapan tek değer hafızası ve sahip olduğu anıları olsaydı, bu aşamada uzaylının vereceği tepki de insanınki ile aynı olmalıydı. Fakat verdiği tepki, insanın verdiği tepkinin tam zıttı oldu. Buradan da insanın yalnızca hafızadan ibaret olmadığı ve çok daha farklı olguların bir araya gelmesi ile bir bütünü oluşturduğu anlamına ulaşılmıştır. Yani en azından seyirciden bu beklenmiş, doğrudan açık bir şekilde belirtilmemiştir.
Dark City’deki distopyanın yıkılamamasının temel sebeplerinden bir tanesi, insanların sorgulamayı bırakmasıdır. Yaşadığı gerçekliği olduğu gibi kabul eden insanlar, zaman içerisinde mevcut sistemin birer parçasına dönüşmüş ve kelimenin tam anlamıyla robotlaşmışlardır. Filmin izleyicilere hatırlatmak istediği bu kavram, hâli hazırda belirli kesimler tarafından da gerçekten unutulmuştur. Kendilerine, sorgulamayı bıraktıkları andan itibaren başlarına gelebilecek durumların tüm gerçekliğiyle gösterilmesinin, gözlerini açmalarına yardımcı olması hedeflenmiştir.
Yazımın sonlarına yaklaşırken, iki farklı teoriyi ve bu teorilerin Dark City evrenindeki distopya ile olan bağlantısını ele almak istiyorum.
Bunlardan ilki kara orman teorisidir. Bu teori bizlere, insanların uzay biliminde ilerlemek adına gerçekleştirmiş olduğu işlerin ve uzaya göndermiş olduğumuz sinyallerin insan ırkının geleceğini tehdit ettiğini ve çok riskli olduğunu belirtmektedir. Hakkında oldukça az şey bildiğimiz bu koca evrenin sonsuz karanlığına göndermiş olduğumuz sinyallerin bizim sonumuzu getireceğini söylemektedir. Dark City’de, “The Strangers” adlı grubun nasıl ortaya çıktığı, insanların oraya nasıl getirildiği gibi soruların cevapları verilmemektedir ve izleyicinin yaratıcılığına bırakılmaktadır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, kara orman teorisinin izleyicilerin aklına gelmesi muhtemeldir. Peki bunun tam tersi olamaz mı? Uzaya gönderdiğimiz sinyaller insan ırkına faydası dokunabilecek farklı yaşam formlarına ulaşmamızı sağlayamaz mı? Hayır sağlayamaz. Neden mi? Çünkü Edward Murphy bu ihtimalin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu aşamada da bahsetmek istediğim ikinci kavrama geçmiş oluyoruz: Murphy kanunları. Murphy kanunları, eğer bir olayın olumsuz bir şekilde sonuçlanma ihtimali varsa, o olayın kesinlikle olumsuz sonuçlanacağını söyler. Yani eğer içerisinde hangi gizemleri sakladığını bilmediğin bir ortama sürekli olarak sinyal gönderirsen, bu olayın sonunda senin hiç hoşuna gitmeyecek bir sonuçla karşılaşırsın. Yazının başlarında da bahsetmiş olduğum, dünya dışı varlıkların ve bizden gelişmişler toplumların mutlak kötülük anlamına geldiğini düşünmemizin sebepleri belki de bunlardır. Birbirini tamamlayan ve birbirlerinin dayanak noktası olan bu iki teori. Tabii ki bu iki teori, Dark City evreninin oluşum aşamasını anlatmak için kullanılabilecek yalnızca bir tane alternatif başlangıç oluşturmaktadır. Dark City evreninin izleyiciler tarafından doldurulmak üzere oluşturmuş olduğu kalıplara yerleşen birer tahmindir. İzleyicilerin hayal gücüne ve yaratıcılığına bağlı olarak çok farklı alternatifler de üretilebilir, önü son derece açıktır. Zaten bu evrenin yaratıcılarının izleyicilerden beklentisi de tam olarak bu yöndedir.
Yani sonuç olarak geniş bir açıdan bakıldığında Dark City evreninin sahip olduğu distopya oldukça klişeleşmiş parçalardan oluşmuş olmasına rağmen son derece başarılıdır. Özellikle şehrin atmosferi ve gerçekten yaşayan bir şehir olduğunu izleyiciye hissettirmesi, kurulan distopyanın en büyük kanıtıdır. Öte yandan oluşturulan karakterler ve olay örgüsü de kurulan yapıya uygundur. İzleyiciye yalnızca distopyanın mevcut hâlini göstererek, bu distopyanın ortaya çıkışını, oluşum sürecini anlatmaması; evrendeki eksik noktaları izleyicilerin hayal gücünü kullanarak tamamlaması istenildiği içindir. İzleyici filmden sonra o evreni kendi kafasında tamamlayacaktır. Bu da Dark City evreninin içerisinde sonsuz ihtimal barındırdığı anlamına gelmektedir. Örneğin ben, tüm yazı boyunca yalnızca bana sunulan parçaları kullanarak mevcut duruma alternatif bir bakış açısı yarattım, günümüzde bulunan mevcut teoriler ile de bunları destekledim. Bu süreçte ise yalnızca Dark City’nin bana öğretmiş olduğu kavramı kullandım: Sorguladım.
Yorum Bırakın