Malum dünya düzenini hepimiz biliyoruz,iyi ve kötünün iç içe geçtiği gri bir yaşam.Peki sadece iyi ya da sadece kötü dünya yaşamının olduğu bir düzen söz konusu olabilir mi?Tartışmak istediğim burda kimin iyisi kötüsüne göre kavramı olmayıp genel üzerinden ilerlemek.Ütopya,aslında olmayan tasarlanmış ideal ''iyi olan'' toplum demekken distopya ütopik toplumun antitezini tanımlamak için kullanılmıştır.Distopyada toplum,baskıcı-totaliter ya da benzer bir devlet modeli altında yapılandırılır.Ona nazaran ütopyada ise iyi,güzel mükemmel bir dünya görüşü hakimdir.İşte bu tarz düşüncelerle ütopya ve distopya kavramları ortaya atılmıştır.Atılmıştır derken ütopya kavramı distopyadan 200 küsür yıl önce hayatımıza dahil olmuştur.İlk olarak Thomes More’un 1517’de yazdığı “De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia”eserinde karşımıza çıkan ütopya kavramı Yunanca anlamı ''iyi'' olan eu kelimesi ile ''yer''anlamına gelen topos ve ''olmayan'' anlamındaki ou kelimelerinin  birleşiminden türetilmiştir.Yani kısaca ''olmayan iyi yer''demektir.More, bu eserinde ''dünyadaki cennet nasıl olabilir?'' sorusu üzerinde yoğunlaşarak ''toplumda olması gereken ideal yönetilme ve yaşama biçimleri nedir?''e cevaplar oluşturmuştur.

Aslında her ne  kadar ütopyanın fikir babası Thomas More gibi dursa da ilk ütopya rüzgarını hafif biçimde üstümüzde estiren kişi Platon’dur.Platon’un,halkı filozof, asiller, zanaatkarlar ve bekçiler olarak ayırmış olduğu Devlet eserinde halkın, böyle bir sınıflandırma biçiminden doğan bazı ahlaki sorumluluklarla yönetildikleri anlatılır.Bu eser Doğu ve Türk edebiyatını da ütopik anlamda etkilemiştir. Farabi‘nin “El-Medinetü’l Fazıla” (İdeal Devlet),Hüseyin Cahit Yalçın‘ın “Hayat-ı Muhayyel“, Namık Kemal‘in “Rüya” isimli eserleri bu tip eserlere örnek verilebilir.More’un Ütopya’sını  Francis Bacon‘ın 1620’li yıllarda yayımladığı ''Yeni Atlantis'' adlı eseri takip eder.Bacon bu eserini 1492 yılında  Amerika’nın keşfini esin kaynağı olarak aldığı ada metaforu üzerine geliştirir.

Çoğumuzun popüler eser 1984’ten aşina olduğu distopya kelimesi  ise  “dys/dis” kötü anlamına gelen ön ek ile “ou” takısının yani “hayır”ın  birleşiminden türetilen “olmayan kötü yer“ anlamına gelmektedir.Distopya kelimesinin ilk örneğinin Émile Souvestre‘nin “Le monde tel qu’il sera” (The World as It Will Be ,1846) adlı eserinde geçtiği iddia edilmektedir.Distopyanın tabirsel anlamda direk olarak geçmediği eserde makineleşmenin insanların ahlakını kötü anlamda nasıl değişebileceği anlatılmaktadır.Yani bir nevi eserde insanlara distopik ortam hissettirilmek istenmiştir.Bu tabir resmiyette ilk olarak filozof John Stuart Mill tarafından 1868’de bir parlemento konuşmasında kullanılmıştır.Bu şekilde yeni yeni hayatta kendisine yer edinmeye başlayan distopya kelimesi ününü Jack London’un  “The Iron Heel” adlı eseriyle daha bir arttırmış ve hafızalarda tam olarak yer almıştır.Eserde insanların siyasi baskıya karşı boyun eğmeleri sonucu benliklerini yavaş yavaş kaybetmeleri anlatılır.Ayrıca 1920 Yevgeni Zamyatin’den “We” (Biz),1932 Aldous Huxley‘in “Brave New World” (Cesur Yeni Dünya) eserleriyle George Orwell’in “1984”ünü de unutmamak gerekir.Konuları bakımından ilk iki yapıtta hayal gücünün hastalık sayılması ve insanların bedenlerinin ötesinde maceralarına devam etmeleri anlatılır.Buna ek olarak  Cesur Yeni Dünya’da o zamandan klonlama,ışınlama gibi şeylere de yer verilmiş olması farklılık oluşturmaktadır.Orwell’ın 84’ünde ise iktidar,devlet yapısı,özel hayat kavramları  zıt bir şekilde zihnin algı dağarcığına oturtulmaya çalışılmıştır.Orwell bize anlatmak istediği felsefesini şu sözlerle özetler: “ Savaş, barıştır. Özgürlük, kölelik. Cehalet, güçtür. ”

Distopyanın genel tablosunu inceleyecek olursak toplumsal olarak insanlar baskılanmış ve kendi benliklerini yaşamalarına olanak tanınmamıştır.İşkencelerin,yoğun yapay zekanın,teknolojinin ya da virüslerin hakim olduğu bu ortamda insanlık korkunun vermiş olduğu boyun eğişten dolayı  iyice doğallığını yitirmiş,kendisine yabancılaşmıştır.En basitinden düşünme hakkı bile ilginç yasalara bağlanmış,farklı yöntemlerle takip altına alınmıştır.Ayrıca insanlar sürekli reklam tarzı şeylerle manipüle edilerek bilinçaltısal bir yıkanmaya uğratılmaktadır.Bu şekilde önümüze bozuk bir toplum yapısı ortaya koyan bu dünya kurgusal anlamda hafızaları zorlamaktadır.

Neden distopyalar ütopyalara göre çok daha sevilir,hiç düşündünüz mü?Genel olarak en basitinden satılan eserlere,izlenilen filmlere bakacak olursak hep distopik ürünlerin toplumsal olarak çok revaçta olduğu görülür.Halbuki iç karartıcı,negatiflik dolu yapıtların böyle talep görmesi tuhaf değil midir?Peki bunun arkasındaki gerçekliği psikolojiyle ve beynin yapısıyla destekleyerek size anlatacağımı söylesem.Evet,bilinen birtakım gerçekler yanında beynin işleyiş biçimi ve onun ürünü olan psikolojinin bu eserlerin ilgiyi çekmesi üzerinde etkisi büyüktür.

“Yeni beyin”, “orta beyin” ve “ilkel beyin” olarak bilim insanlarınca 3 katmana ayrılan beyin,mantığı yeni beyinle,duygularımızı orta beyinle,asıl bilinçaltı dediğimiz yer olan ve adından da anlaşılacağı üzerine kendimizi savunmak,korunmak,yemek yemek,üremek gibi ilkel ihtiyaçlarımızın karşılandığı ilkel beyinle vücudumuzu yönetmektedir.Konumuzun asıl odak noktasından bir ok çıkaracak olursak burdan bilinçaltına yani ilkel beyine doğru yönelmemiz gerektiği görülecektir.İlkel beyin insanın hayatta kalması ve kendi çıkarını koruması üzerine programlanmıştır.Bunun neden böyle olduğunu ise tarihteki ilk insanlık dönemine inerek anlayabiliriz.Bundan yaklaşık 300.000 yıl önce(yeni araştırmalara göre)dünya sahnesinde boy göstermeye başlayan insanlık hiç bilmediği,etrafının tehlikelerle sarılı olduğu bu ortamda tek bir amaca hizmet için yaşamıştır:Hayatta kalma arzusu.Nerden ne geleceğini bilemeyen beyin sürekli korku ile uyarılmış ve tehlikelere karşı hep bir önsezi geliştirerek kendisini korumak istemiştir.Bu şekilde hep bir endişe duymuş ve olumsuzu düşünme üzerine programlanmıştır.Bu yüzdendir ki hep olumsuzu aklımıza getirerek endişeler ederiz çünkü orda bizi rahatsız eden,güvende olmamıza tehdit birtakım şeyler vardır.Bu da beynin güvende olmayı isteme algısına ters düşer ve onu  rahatsız edip durur.İşte insanlığın yeri geldiğinde saldırgan,açgözlü olması hiç evrim geçirmemiş ilkel beynimizden kaynaklanmaktadır.Neticesinde sözcükler hayatımızda 40.000 yıl kadar vardır ve bu tarih beynin evrimiyle  karşılaştırıldığında bizim için çok yenidir.Kısacası şöyle bir çıkarım yapacak olursak diyebiliriz ki insanlar kararlarınını akıl ve mantıkla verdiğini iddia etse de aslında çoğunu ilkel beyniyle verir.

İlkel beyin için asla gri yoktur,ya iyi vardır ya da kötü.Bu yüzden bir şey olumlu geliyorsa iyi olumsuz geliyorsa kötüdür ve grinin belirsizliği beyni rahatsız eder.Çünkü orda sonuçlanmayan bir bilinmezlik vardır.Dolayısıyla bunu çözümlemek için sürekli o alana yoğunlaşır.Ayrıca Rus psikolog ve psikiyatrist Bluma Wulfovna Zeigarnik tarafından geliştirilen ''Zeigarnik etkisi''ne göre beynin tamamlanmamış, bölünmüş, ya da yarım kalmış görevlerin veya yaşananların, tamamlananlara göre daha kolay bir şekilde hatırladığı bilimsel olarak kanıtlanan bir gerçekliktir.Aslında günlük hayatta da düşünürsek gerçekten öyle değil midir?En basitinden dizi izlerken karşılaştığımız bir durum olan dizilerin en heyecanlı yerinde bölümün bitirilmesi ve "Devam Edecek..." sözleri.Bölümler böyle yarım bırakıldığında bizler sürekli ne olacağı hakkında tahminlerde bulunur kafamızdan o boşlukları doldurucu senaryolar üretiriz.Böylelikle diziye karşı ilgimiz hiç düşmez ve onu çok çabuk unutmamış oluruz.Dizi sektörü de bunun farkındadır ki bu etkiyi izleyiciler üzerinde çok iyi kullanır.

                                                             

Şimdi burdan konuyu '‘neden distopyayı daha ilgi çekici buluyoruz'' sorusuna  getirmeyip direk '‘distopya da ne ilgi çekici geliyor’'a getirerek sizden yukarıda anlattıklarımla bir bağ kurmanızı isteyeceğim.Böylelikle okurken bir yandan da puzzle etkisiyle zihni aktif tutmuş oluruz.

DİSTOPİK TEHLİKENİN HAZZI 

Distopik eserlerde kurgu o kadar derindir ki okurken sizi nelerin beklediğini kestirmek zordur.Bizler  bilinmezliğin verdiği heyecana kapılıp giderken ilerde hep ne olacağının savaşını da zihnimizde veririz bir taraftan.Bu bilinmezlik,günlük hayatta bize doğal gelen şeylerin bu denli çarpıtılmış bir şekilde karşımıza çıkabileceği korkusuyla  bilincimizde yankılanmaya başlar.Bu yüzden toplumsal bir eleştiri yapmak kurgunun sınır tanımadığı bu evrenlerde kolaylıkla ve etkili biçimde yapılabilmektedir.Bizlerin de günümüz dünyasını daha eleştirel algılamamızda etkileri büyük olmaktadır haliyle.

Gerçeklik algısından pay biçecek olursak ütopik dünyadaki gibi her şeyin toz pembe olmadığı bu gerçek dünyada olacaklar o kadar mümkün kılınmaktadır ki distopya evreni bize ''yok artık bu da mı olabilirmiş’'diye hayretler içine düşürterek ''olumsuzluğun,tehlike halinin'' bu boyutlara kadar bile ulaşabileceğinin ön demosunu göstermişçesine yaşamımızla derin bir bağlantı kurmamızı,karşılaştırmalar yapmamızı sağlar.Tabii ki böylesine bir evrenin gerçek olurluğunu kastetmiyorum ya da kastediyor muyumdur orası biraz muallakta.1984’ü ele alalım.En basit,en insancıl hak olan düşünme hakkı bile ''Big Brother'' tarafından baskı altına alınmış ve direk suç sayılmıştır.İnsanların sürekli izlendiği bu sistemde en ufak bir farklılıkta ceza direk ''ölüm'' olarak kesilmektedir.Neticesinde  kendin olabilmenin ilk kuralı  olan düşünmek elinden alındığında ölmüş sayılmaz mısınız zaten?(bu arada araya reklam atacağım ama anime seviyorsanız ya da izlerim diyorsanız 84 üzerine kurgulanmış Psycho Pass animesi efsanedir,öneririm)Fahrenheit 451.İtfaiyecilere yangın söndürmek değil kitapları yakmak üzerine görev verildiği bir dünya.Sanatın,düşünmenin,okumanın yani insan olmanın yasaklandığı herkesin robotlaştırıldığı bir evren hakimdir burada.Bu dünyaların tam aynısının olması hususu zor gözükse de aslında etkisel olarak gerçeklik paylarını hayatımızda da  görebiliyoruz.Yani asıl ana fikrin vermek istediği mesajı.İnsan bir yandan okurken ya da izlerken de ''acaba gerçekten bu noktaya kadar varabilir mi'' kaygısını da bir yandan yaşıyor bu eserlerde.

Kurgulardan karakterlere doğru çevirdiğimiz rotamızda karakterler bu dünya düzeni içinde tek başlarına veya çevresinden birkaç dostu(sonradan kötü karakter çıkma olasılığı yüksek olan dostları) ile bir mücadele içine girmeye çalışırlar.Çürümüş otoriteye karşı bağımsız olma isteklerini zekalarıyla harmanlayarak bizleri bir yolculuğa çıkarırlar.Tek başlarına olan bu karakterler en olur kararları vermek için sürekli düşündüğünden derin bir imaj çizer ve kendisi hakkındaki her şeyi ortaya serer.Böylelikle bizler karakterle güçlü bir bağ kurarak seride ilerlemenin zevkini tatmış oluruz.Bunun yanında ilerlerken karakterin özündeki iyiyi çıkararak bu durumu kurtarmasını bekler bu çarpık düzenin son bulmasını umut ederiz.Böylece ''kötü'' kavramının zıttı olan  içindeki ''iyi''nin  her şeyi düzelteceğini düşünerek mutlu hisseder güven ortamından haz alırız.Ancak bu genel olarak böyle sonuçlanmaz ve bu da bizleri rahatsız eder.Bu sayede bitişte hallolmamış bir şey üzerinden içimizdeki yarım kalmışlık hissiyle ve aklımızda sorularla onu orada bırakırız.Bu da bizim bu evrene daha bağlı olmamızı ve daha çok etkilenmemizi sağlar.

Bir aşk romanı düşünün.Genel hatlarıyla olayların nasıl ilerlediğini az çok tahmin edebiliriz değil mi?Çünkü belli kalıplar dahilinde çiftlerimizin ya kavuşacağını ya da ayrılacağını biliriz hatta olaylar gelişirken sonunu önceden tahmin ettiğimiz bile çok olur.Tabii istisnalar da olabiliyor lakin genel olarak işleyişi böyle gider.İşte bu monotonluk halini biz distopya aleminde bulamayız.Tahmin ettiğimiz şey kafamızdaki kurguyu aniden alabora edebilmektedir.Bu bilinmezlik ve merak içindeki kayboluş,zihnin kendi gerçekliğini bularak ilerleme istenci,sürekli ama sürekli olarak fikir yürütmesi bizi bu evrene bağlar.Düşünürken aynı zamanda insani değerlerimizin de farkına varıp onların önemini anlamak bizi daha huzurlu kılmaktadır.Böylece elimizde olanlara daha güçlü sarılmamız gerektiğini ve onları kaybetmemek adına olumsuzluklara karşı dik bir şekilde dur diyebilmeyi hatırlamış oluruz.Örneğin Giver filminde sadece doğum yapmak için görevlendirilen kadınların doğurdukları bebeklerin belli standarda uymaması durumunda doktoru tarafından kafasına bir iğne saplanarak çöpe atılması olayı vicdanımızın çok derin bir şekilde kamçılanmasına neden olur izlerken.Normale göre içimizde daha ağır bir şekilde oluşan o vicdan,merhamet ve acıma duyguları o eseri daha yoğun yaşamamıza neden olmaktadır.Günümüz dünyasında çokça unutulan bu insani taraflar kendisini bu sayede hatırlatmakta ve kıymetini belli etmektedir.''Bu nasıl mümkün olabilir''lerle devam ettiğimiz yolda kötülüğün bu evrelerini de deneyimleyip günümüzle karşılaştırıp adeta geleceğe hazırlık yapmış gibi zihinsel olarak bir ''hazırım''rahatlatması yaşarız ekstra olarak da.Çünkü başka bir tehlike boyutu olabileceğini de fark etmişizdir ve zihinde buna karşı belirli düşünceler oluşturmuş bu belirsizliği biraz kırmışızdır.

Evet,neden distopya dünyasının bizi daha fazla çektiğini kendi bakış açımla da harmanlayarak genel hatlarla sizlere sunmaya çalıştım.Yukarıda kısa bir parağraf halinde anlattığım beynin çalışma şeklini de dağıtarak yazdığım yazımı umarım beğenirsiniz,keyifli okumalar!