Bundan yıllar önce, henüz daha küçük bir çocukken rahmetli dedemin bana hayatım boyunca insanlara ve onların davranışlarına bakış açımı değiştiren o öğütü şu anda aklmın her köşesinde daha da şiddetli bir şekilde dönüyor. Henüz ben sekiz- dokuz yaşlarındayken bana bir gül, bir tane de en sevdiğim renk olmasından ötürü mavi gıda boyası vermişti. Verdiği bu gül e gözüm gibi bakmam ve onu gıda boyasıyla karıştırdığım suda bekletmem gerekiyordu. Ben de aynen öyle yaptım. Sonuçlar küçük bir çocuk için oldukça şaşırtıcıydı. Gül yavaş yavaş mavi rengini almış, ve en sonunda masmavi bir gül elde etmiştim. Bu benim için akılalmaz bir olaydı. Bunu dedem ile paylaştığımda bana “Tıpkı bu gül gibi, yeryüzündeki tüm canlılar bulundukları ortama, koşullara göre renk, yani karekter değiştirir” demişti. Bu söz benim sahip olduğum ilk varoluşsal sancıydı. “Acaba ben başka bir ailede doğsaydım nasıl bir çocuk olurdum?” diye geçirir dururdum çocuk kafamla. Bu sorunun altında yatan konu aslında gerçekten düşünmeye götürüyordu zihnimi. “Ben ben olduğum için mi şu anki karekterimdeyim yoksa yaşadığım deneyimler mi beni bu hale getirdi?” Kendimden her gün şüphe duyardım, resmen afallamıştım. Yaşım biraz daha büyüyünce aslında kendimden çok insanlara böyle bakmam gerekiğini anladım. “Aslında o içinde kötü bir insan değil. Onu kötü yapan yaşadıkları” diye düşünüp dururdum. Ne kadar Optimistce değil mi? Herkes yaşadıklarından dolayı kötüyse, İlk kötü kimdi? Veya Tam olarak Kötü dediğimiz kavram nedir? Herkesin bir şekilde kendini haklı bulduğu bu dünyada kime “kötü” diyeceğiz ki?

 

 Kötü kavramını daha iyi anlayabilmemiz için ilk önce “iyi” kavramını anlamamız gerkiyor. Farabi bu konuya çok güzel bir açıklık getirmiş. Farabiye göre her insan toplumdan önce kendi mutluluğunu arar ve onu mutluluğuna götüren her şey “iyi” kavramına girerken onu mutluluk duygusundan mahrum bırakan her şey ise “kötü” kavramına girer. Bu düşünce genel olarak baktığımızda kulağa oldukça mantıklı geliyor. Sonuçta biz insanoğlu olduk olası hep bencil varlıklardık. Bu bağlamda zihnimizdeki kötü kavramı bizi iyilikten uzak tutan olacaktır. Peki bizim kötü dediğimiz insan aslında yaptığı o davranışı kendi “iyi”si için yapmış olmuyor mu? O halde neye dayanarak bu insana kötü diyebiliriz ki? Mesela bu duruma sizin paranızı çalan bir aile babasını örnek verebiliriz. Siz sizi mutlu eden şey yani paranızı çaldı diye hırsıza kötü gözü ile bakarken, hırsızın ailesi eve ekmek getirdi düşüncesi ile babaya iyi gözü ile bakacak. İşte tam burada “etik ve ahlak” kavramı devreye giriyor. Taa Platon zamanlarından beri başımızın etini yiyen etik kavramı kelime anlamı olarak; doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak, ve değerler hakkında düşünme pratiğidir. Ahlak ise etik kavramının daha toplumsallaştırılmış halidir. Neticede ana fikir insanların, birbirinin hakkını yemeden huzur içinde yaşamasını hedefler. Çoğunlukla bu ahlaki kurallar toplumdan topluma değişir. Peki bu durumda farklı toplumlara mensup iki insanın iyisi ve kötüsü bir mi olur? İşte bu durum bizi makalenin başındaki “Mavi gülün hikayesi” kısmına getiriyor. İki kişilik düşünelim. “A” kişisi kendi topluluğunun kurallarına göre büyüyüp, ona göre yetişmiş olsun. “B” kişisi de aynı şekilde. Ve varsayalım bu toplulukların Ahlaki kuralları tamamen farklı olsun ve iki topluluğunda birbirinden haberi olmasın. Eğer biz A ve B kişisini bir araya getirirsek ve biri kendi kurallarına göre davranıp diğerinin hakkını yerse biz hangisine kötü diyeceğiz? Aslında bu iki kişi de tıpkı mavi gül gibi sadece kendi ortamlarına uyum sağlayarak belli bir karaketere girdiler. Peki biz bu durumda bize en yakın olan kurala göre mi yoksa kendi vicdanımızla mı vereceğiz bu kararı? Vicdan her zaman haklı mıdır? Ahlak ile vicdan çakıştığı zaman gerçek “iyi” hangisi olur? Eğer ben mutluluğu ararken ahlak kavramı benim isteğime müsaade etmez ise bu ahlak kavramını benim dünyamda kötü yapar. Ama bu bağlamda ben ahlak kavramının kötüsü haline gelirim.

 

 Benim bu konuda kuşkusuz inandığım felsefelerden biri; taoistlerin “Ying-Yang” felsefesidir. Oturup düşününce gerçekten her kötünü içinde iyi olması gibi her iyi’nin de içinde kötü vardır. Bu kavramlar kuşkusuz içi içedir ve öyle olmalıdır. Mesela gece ve gündüzü örnek verelim. Sürekli gündüzün olduğu bir dünyada gecenin huzurunu, asilliğini anlamlandırabilir miydik? Veya sürekli gece olan bir dünyada, gündüzün içtenliğini, enerjisini ve verdiği umudu nereden bilebilirdik? İşte iyi ve kötü tam olarak böyle olmalı. İyi durumuna iyi diyebiliyorsak, kötüyü bildiğimiz içindir. Keza aynısı kötü kavramı için de geçerlidir. Sonuçta kötü, iyiliğin olmayışı değil midir? Bazen öyle şeyler yaşarız ki, kendi kendimize “Vardır elbet bir hayır” veya “Bu günler de geçer elbet bir gün mutlu oluruz.” Diyip dururuz. Sizce de bu sözler her kötünün içinde iyiyi aramak değil midir? Yani sonuç olarak kavramlara iyi veya kötü olarak bakmak pek de bana göre değil. Ben bu zıtlıkların içindeki karmaşaya merak salıyorum. Çünkü bu iki kavram arasında gerçekten çok iyi bir mizah anlayışı var. Dikkatli bakarsanız bunu görebilirsiniz. İyi de kötü de birbiri olmadan yapamayan ama sürekli atışıp tutuşan iki arkadaş değil de nedir?

 

Benim gözümde iyi, kötü kavramı az çok Taoizm in bu felsefesi ile tutuşmaktadır. Ama bu benim için yeterli değil. İyi ve kötü kavramının açıklaması bu kadar basit olmamalı. Her ihtimali düşünmemiz gerekiyor bence. Yani sonuç olarak; ben şu anda onsekiz yaşındaki bir genç olarak hala ne mavi gülün hikayasini çözebildim ne de İyi kötü kavramını…

 

                                                                                 Selçuk  Kaan  Alpaslan…