İnsanlar kalabalıklar içinde gitgide yalnızlaştı. Bizler bu kalabalıkta hep bir kaçış yerleri aradık. Kimilerimiz sakin bir göl kenarına kimilerimiz müziğin notalarına kimilerimiz de kaçışını kendine yaptı. Peki bu  kadar nüfusun içinde bizi buna sürükleyen neydi? Acaba bir şey mi eksikti yoksa yanlış giden bir şeyler mi vardı? Aslında bu sorulara cevap vermeden önce insan nedir, nasıl yaşar diye düşünürsek belki de nedenlerimize gidebilecek yollar bulabiliriz. 

İnsan dediğimiz canlı biyolojik olarak doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Peki bu süreçte ortalama insan yaşamını ele alırsak; genel olarak belirli bir yaşa kadar aile denilen bir toplumu bağlıdır. Daha sonra okul sürecine girer. Burada sosyal bir boyut kazanır. Yeni yüzler, yeni hayatlar tanır. İlişkiler içine girer ve daha sonra iş hayatı, evlilik derken sürekli yanında birileri olur. 

Görülen o ki aslında insan normalde hiç yalnız kalabilecek canlı değil çünkü sürekli çevresinde birileri vardır. peki o zaman sıkıntı buradadır diyebilir miyiz?   

Evet sıkıntının büyük bir kısmı buradadır çünkü belki de insan bu kalabalığın içinde kendini unuttu. Neler sevdiğini, kendisiyle dost olmayı unuttu. Belki de acılarını bile hissetmedi çünkü çoğunlukla zamanını o kalabalıkta geçirdi. Peki hep böyle gider miydi? İçimizi parçalayan düşünceler gerçekten örtülebilir miydi?

Düşüncelerimiz bizi ara ara yokladı.Bazen bir şarkıda bazen de zor bir anımızda...  Yine de onlara "şimdi olmaz" dedik ve onları içimize bir kez daha mahkûm ettik. Böyle böyle ruhumuzu küstürdük. Ona, ihtiyacını vermedik. Üstüne üstük birde onu karmaşıklığı ile bıraktık. Daha sonra topluluklarımız o kadar tek düze oldu ki sıkıldık ve başka şeyler aradık. Bir zaman sonra bunları da bıraktıkderken birde bakmışız ki kendimize dönmüşüz. Acılarımız o kadar alevlenmiş ki artık her şeyden bıkmaya başlamışız. Ne yeni yüzler ne de yeni şehirler bizi mutlu etmiş.

Şimdi de nedenlere farklı açıdan bakalım: Yaşadığımız çağda tüketim çılgınlı var. Mesela bir ürün aldığımızda birkaç ay sonra yenisi çıkıyor ve elimizdekinin değerini hissetmiyoruz. Yenisini de bu şekilde kullanıyoruz ve böylece hep doyumsuz oluyoruz. Yine her şey çok basit geliyor. Bir zaman sonra hayatlarımız da basitleşiyor, samimiyetsizleşiyor.  Hatta bu tüketim çılgınlığı insanları ele geçirip dostlukları bile bitiriyor. Mesela biz de olan bir şey dostumuzda yoksa bize kötü niyetle bakabiliyor. Ya da biz egomuzu tatmin etmeye çalışıyoruz. Bu gibi durumlar aramıza uzaklıkların girmesine neden oluyor. Bunlar birlikte olduğumuz insanlarla aramıza virüs gibi giriyor ve toplumu birbirinden ayırıyor.

İnsanlar çok samimiyetsiz ve herkes birbirini ezmeye çalışıyor. Günümüz insanı hep bir çıkar peşindedir.  Belki de bunun nedeni hayatın artık rekabetten ibaret olarak görülmesinden dolayıdır.  Yarışı toplu olarak kazanacağımız yerine herkes birbirini düşürmeye çalışıyor. Kaybedenler direkt olarak kendi dünyasına çekiliyor veya başka yarışlara katılacak güç bulamıyor ve içindeki acılara teslim olup ruhsal sıkıntılara giriyor. Kazananlar da sona gelene kadar herkesi bir sayıdan ibaret olarak gördüğünden zirvedeki tek sayı olarak direkt olarak yalnız kalıyor zaten. Yani başarı da mutluluk vermiyor. Maalesef toplumların bana göre kanayan yarası burasıdır. Bizler en yakın arkadaşlarımızı bile rakip olarak görüyoruz maalesef. Acaba dünya bu kadar küçük mü? Bence hayır çünkü dünyayı zaten düzenler sistemi ayakta tutuyor. Aslına bir bakarsak karıncalar gibi bizim de hiyerarşi ile ayakta tutacağımız ortadadır. Ama biz bu düzene öle bir adapte ediliyoruz ki ne için savaşıyoruz bilmiyoruz. Hepimiz belki de iyi yaşantılar için çabalıyoruz. Peki ya bunu yaparken hayatlarımızı ne kadar kaybettiğimizi kimler fark ediyor? ‘Hayatlarımız için hayatımızdan vazgeçiyoruz.’ Bu yüzden de yalnızlıklara daha da ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü tek yarış yapmadığımız kişi kendimiz. Fakat bu sürecin sızılarını da hep hissediyoruz ve bu kez yeni kaçış noktalarımız ya bir şarkılar ya da sakin bir ortam. Çünkü biraz olsun hayat denilen maratondan çıkmak, zamanın anlamına varmak istiyoruz. Evet bunlar doğru yerler fakat insanoğlu ne zamana kadar hep kaçacak ki? Eninde sonunda yorulan bir varlık değil mi zaten? 

İşte bu kaçışlar bizimle hep gelecek. Bu kaçışta yanımızdan bir kişi daha eksik olacak. Hatta kendimize her kaçışta bir parçamızı kaybedeceğiz. Ta ki artık kaçacak yer bulamayıp son durağa varana kadar acılarımızla birlikte tek başımıza dünyadan ayrılarak yolumuzu bitireceğiz.

Eğer dünyayı yarış yerine sevgiyle işlersek kaçışımıza gerek kalmayacaktır. Gerek olsa bile topluma kaçabileceğiz. Eğer bu da olmuyorsa ruhumuzu acılara teslim etmemek onun acılarını ertelememek gerekir. Şu unutulmamalıdır ki sevgi ile işlenen dünyada bu kaçışlara, arayışlara gerek kalmayacaktır. Sevginin olduğu yerde; güven, yardımseverlik, huzur paylaşma gibi nice duygular vardır ve toplumla bireyi bağlayacak yollar da bunlardır. Ancak bu şekilde düzelebilir ve bireylerden başlayarak toplumu da ancak bu şekilde kurtarabiliriz