Hepimiz kendi hikâyemizin kahramanı olarak dünyaya geldik. Belirlenen bir senaryo var, bize sadece seçenekler sunuluyor ve sınırlar içerisinde yaşıyoruz. Seçtiklerimiz hayatımızı şekillendiriyor. Ancak hepimiz için son aynı, hikâyemiz biter ve ebedi bir karanlığa gömülürüz. Arkamızda kalanlar kendi hikâyelerini okumaya devam ederler. Çünkü ölüm sadece sadece kahramanı olduğu hikâyenin sonunu getirir.
İnsanlar ölüm üzerine sık sık düşünür ve konuşurlar. Kimileri korkar ölmekten kimileri ise ellerini semaya açıp ölmeyi dilerler. Bazıları ölümsüz gibi yaşarlar ta ki sıra kendilerine gelene dek. Sıra kendilerine geldiği zaman ölüm denen şeyi anlarlar. Peki, ölüm gerçekten bu mudur? Yani fiziksel varlığımız son bulduğunda mı ölmüş oluruz? Duygularımızın, hayallerimizin ve düşüncelerimizin karanlığa gömülmesi de bir çeşit sondur bence. Ölüm için bir ceset gerekmez. Ne diyor türküde ‘ Ölmeden mezara koydular beni, off, gençliğim eyvah!’. Gençliği bitmiş, duyguları yitmiş bir kişi ölmeden öldüğünü söylüyor aslında. Yiten duygular ceset, yaşadığı hayat ise ona mezar olmuş, onu bu hale getiren duygular toprak olup karanlığa gömmüş gençliğini. Yani bazen yaşadığımız bazense yaşayamadığımız duygularda öldür bizi. Hayallerini yitiren bir insan hayata tutunma amacını kaybetmiştir. Yaşamak onlar için bir şey ifade etmez. Düşünceler insanı insan yapandır. Düşünceleri kısıtlanmış, özgürlüğü elinden alınmış insanın neyi kalır onu o yapan?
Her gün, her an birileri ölüyor ve biz farkına bile varmıyoruz. Ölüm bize hem bize fiziksel hem ruhsal olarak bu kadar yakınken hiçbir şey yokmuş gibi yaşıyoruz. Evet sonumuz olan ölümden belki kaçamayız ama ruhumuza, hayallerimize ve fikirlerimize sıkı sıkı tutunarak, onlara sahip çıkarak yaşan ölüler olmaktan kaçabiliriz. Hayatı doyasıya yaşamalı, düşüncelerimize vurulan zincirleri kırmalıyız. Bir kere yaşıyorsak bir kere ölmeliyiz.
Yorum Bırakın