“Ah, hiçbir ölümlü o yüzün korkunçluğuna dayanamazdı! Yeniden yaşama dönmüş bir mumya bile bu sefil yaratık kadar iğrenç olamazdı. Henüz bitmemişken ona uzun uzun bakardım; o zaman da çirkindi, ama o kaslarla eklemler hareket edebilir hale geldiğinde Dante’nin bile aklının alamayacağı bir şeye dönüşmüştü.''
Dr. Frankenstein yarattığı canavarı bu şekilde tanımlıyor.
Prometheus, Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalarak insanlara veren, özgürlüğün ve başkaldırının simgesi olarak yüceltilen bir kahramandır. Ölümlülerden uzak tutulan ateşi tanrılardan çalıp insanlara verince, Zeus onu korkunç ve ebedi bir cezaya mahkûm eder. Bu cezaya göre Kafkas Dağları’nda büyük bir kayaya zincirlenir ciğeri, bir kartal tarafından sökülüp yenir; sökülen ciğer gece kendini yenilediği için bu işkence her gün kendini tekrar eder.
Mary Shelley, 19 yaşındayken yazdığı meşhur romanı Frankenstein’ı bu mitten ilham alarak yazar. Bu roman yaygın olarak Frankenstein adıyla bilinse de tam adı Frankenstein ya da Modern Prometheus’tur. Yani Shelley bir bakıma Prometheus hikayesini eserinde modernize etmiştir. Prometheus’un çaldığı ateş bilgiyi temsil eder. Bu bilgi ise Tanrı’nın bilgisidir. Tanrı bilgisi denildiğinde insanın aklına ilk gelen şey “yaratma” eylemi oluyor. Roman, en yalın tanımlamayla bir insan yaratma düşüncesi üzerine kurulmuştur.
Canavarın Dr. Frankenstein’a yani yaratıcısına başkaldırısı ve ondan intikam almak istemesi kitabın ana konularından birisidir. Bu noktada Yunan Mitolojisindeki Prometheus ile birleşiyorlar ve canavar Modern Prometheus haline geliyor. Tabiki ''Dr. Frankenstein’in başka bir varlık dünyaya getirme çabası da onun kendi tanrısına bir başkaldırı değil de nedir?'' diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.
Felsefi bir roman olan Frankenstein, daha çok korku romanı olarak hatırlanır. Bunun sebebi olarak sinemaya defalarca kez korku yapımı olarak taşınmış olması diyebilirim. 130'dan fazla korku filmine ilham verdi bu roman. Hatta bunların ilki 1910 yılında Edison tarafından çekildi. Ancak romanın uyarlamaları arasında canavarın Boris Karloff tarafından canlandırılan hali izlediğinizde hafızanızda kalıcı bir yer edinecektir. Neyse fazla uzatmadan kitaba geçelim.
Bilinenin aksine Frankenstein yaratığın değil yaratıcısının adıdır. Yaratığın bir ismi yoktur. Shelley’nin yaratığa isim vermemesi bilinçli bir tercihtir. İsimsiz oluşu onun dünyadaki varla yok arası durumuyla örtüşür. Bu tercih, yaratığın insan olmak-canavar olmak, canlı olmak-ölü olmak arasındaki belirsizliğini temsil eden başarılı bir metafor.
Roman bir çerçeve hikayeyle başlar. Kuzey Kutbu’nda keşfe çıkmış olan ve kardeşine gittiği yerlerden mektuplar yollayan Walton, yolculuğu sırasında doktor Frankenstein’la karşılaşır ve doktorun hikayesini günlükler şeklinde okuyucuya aktarır. Bu kurguda dikkati çeken en önemli özellik anlatının daima dolaylı yoldan hedefine ulaşmasıdır. Esas hikaye olan Frankenstein’ın hikayesi önce Walton’ın süzgecinden geçer. Yaratığınki ise benzeri bir süreci iki kere deneyimler: Hikayesini önce doktora aktarır, Walton doktorun hikayesini anlattığı sırada yaratığınkine de yer verir. Yazarın böyle dolaylı bir anlatım tekniğini seçmiş olmasını, karakterlerin ve hikayenin bilinçdışıyla olan ilişkisine yormak mümkündür. Bir dil gibi yapılanan; ancak içindekileri dış dünyaya hiçbir zaman dolaysız biçimde aktaramadığımız bilinçdışıyla en çok temasa geçilen yerlerden biri olan yaratım süreci, bu sayede Frankenstein romanının da temalarından biri haline gelmiştir
Romanın kahramanı tıp öğrencisi Victor Frankenstein; hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yapmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir. Deneyleri sonucunda yaşamın sırrını keşfeder ve bunu üstün bir insan yaratarak kullanmaya karar verir. Çeşitli mezar ve mahzenlerden topladığı ceset parçalarını bir araya getirerek. Galvanizm, simya ve elektrik gücünü kullanarak aslında isimsiz olan ama okuyucuların kendi adıyla, Frankenstein olarak bildiği ucubeyi yaratır. Doktorumuz artık Tanrı olmanın ne olduğunu hissetmiştir. (Bahsettiğim şey bu sahneye bir gönderme)
Deneylerinin sonucu olarak ortaya çıkan yaratıktan tiksinir ve korku içinde onu kaderine terk eder. Kendi eserini, kendi başlattığı yaşamı böylesine rahatça, sorumsuzca terk etmesi şaşırtıcıdır. Terk edilen yaratık, büyük bir çaresizlik içinde kimliğini, dünya içindeki yerini sorgulayacaktır:
“Çevreme baktığımda, bana benzeyen hiç kimseyi görmemiş ve duymamıştım. O zaman, ben tüm insanların kaçtığı ve herkesin varlığını inkâr ettiği bir canavar, dünya üzerindeki bir kusur muydum?” (s.137)
“Bedenim iğrenç ve boyum devasaydı. Bu ne demekti? Ben kimdim? Neydim? Nereden gelmiştim? Gittiğim yer neresiydi? Bu sorular sürekli yinelendi, fakat çözümlemeye gücüm yetmiyordu.” (s. 148)
Yaratığın bu durumunun, varoluşsal krizi temsil ettiği açıktır: Bilinçli bir canlı olarak kendini, kendinden önce varolan bir dünyaya düşmüş veya bırakılmış gibi hissetmektedir; bu yüzden varoluşunu sorgular; kökenini, özünü, aslını bulmaya çalışır. Dr. Frankenstein, ete can vermesiyle bilinç de vermiş olabileceğini hesaba katmamış ya da düşünmek istememiştir; böylesi bir gaflet içinde, yarattığına sırtını dönmesi trajik bir hatadır ve her iki taraf için de acıların başlangıcı olur
Yaratık yaşama uyandığında, giydiği ilk 'hırka' sahibinin hırkasıdır. Ormana gider, ışığı, karanlığı, gündüz ve geceyi öğrenir. Yaratığın hikâyesi ilk insanınkine ve kullandığı dil de İncil'inkine çok benzemektedir. Yaratık ateşi bile tek başına keşfetmek zorunda kalır. Yaratıcısı yaratığa sadece tek bir şey öğretmişe benzemektedir: korkunç görünümlü, insanların nefret edeceği bir fiziğe sahip olduğu. Yaratıcısının dehşeti kafasına kazınan yaratık, insanlarla iletişime geçmeye korkar ve bir evin ahırına sığındığında onlara görünmez bir peri gibi, 'belki bir gün kendimi görünümümün korkunçluğuna rağmen onlara gösteririm' umuduyla yardım etmeye başlar. Ahırdan eve açılmış bir duvar deliğinden ev halkını gözlemlediğinde evde yaşayan kadın, erkek ve yaşlı adamın arasındaki beden dilinden anladığı ilk şey aralarındaki kuvvetli sevgidir. Bu diğer insanlarda algıladığı his, yaratıcısıyla arasında olmasını istediği bir bağdır ama tek hatırladığı Dr. Frankenstein'ın nefretidir. Daha sonra eve ikinci bir kadın geldiğinde onun da ailenin dilini konuşamadığını görür. Gelen yeni kadın erkeğin yabancı eşidir ve aile ona dillerini öğretir, böylelikle yaratık da insan dilini öğrenmiş olur. Kadın ve erkek arasında olabilecek derin sevgi ve bağlılığı da bu genç çiftten öğrenir. Yaratığın fark ettiği başka bir şey de yaşlı adamın kör oluşudur. Bu yüzden kendini 'göstermeye' karar verdiğinde ilk yaklaştığı insan o olur. Bir an insanın doğasına fazla güvenen okuyucu, bu kendilerine yardımcı olan figüre alışacaklarına, ısınacaklarına inanmak ister, ama elbette ev ahalisi yaratığı babalarıyla hasbihâl ederken bulduklarında onu çığlıklarla kapı dışarı ederler. Bu yaratık için bir ders olmuştur: İnsanlar ona dost olmayacaktır. Aylarca delikten gözlemlediği ve özlediği o muhabbete sahip olmak istiyorsa bu ancak kendisine benzer bir yaratığın var edilmesiyle mümkün olacaktır. Bedenler, ancak kendilerini kendilerine benzer bir aynada gördüklerinde bir manaya sahip olabilirler. İşte bu yüzden yaratıcısının izini bulup ondan kendisine bir eş yaratmasını isteyecektir. Yaratıcısına giden yolda, yaranmaya çalıştığı insanlardan sadece kötülük görür.
Kendisine tam manasıyla verilmeyen hayatın öcünü Dr. Frankenstein'ın kardeşini öldürerek alır ve bu cinayet sonucu Dr. Frankenstein kaçtığı yaratıkla yüzleşmek zorunda kalır. Yaratık, kendisine hâlâ iğrenerek bakan 'sahibine', aralarındaki bağın sadece birisinin ölümüyle sona erebilecek bir bağ olduğunu söyler. "Yaşam" der, "şimdiye kadar bana sadece korku ve acı getirmiş olsa da, her canlı için olduğu gibi benim için de tatlı bir şey." Sonra da yaratıcısı tarafından terk edildiği o altı sene içinde insanların ona nasıl bir insan olmayı öğrettiklerini anlatır.
Yaratık ve Doktorun ilk karşılaşmasında yaratık ondan, gayet samimi bir şekilde anlayış talep etmiştir:
“Ah, Frankenstein, başka herkese acıma duygusuyla yaklaşıp, sadece adaletini ve hatta merhametini ve şefkatini en çok hak eden beni çiğneyip geçme. Anımsa ben senin yaratığınım; senin Adem’in olmalıydım; fakat ben aslında hiçbir kabahati olmadığı halde senin mutluluktan men ettiğin düşmüş meleğim. Mutluluk gördüğüm her yerden bir tek ben değişmez bir şekilde dışlanmışım. İyi kalpli ve usluydum; mutsuzluk beni bir şeytan yaptı. Beni mutlu kıl, yeniden erdemli olayım.” der
Böylece yaratık, kitabın merkezinde yer alan etik sorunu ortaya koyar: Mutluluk erdemin sonucu değil, erdemin sebebi ve öncülüdür. Mutsuzluktan kötülüğe giden bir yol olduğu gibi, mutluluktan da erdemli yaşama doğru bir gidiş vardır. Yaratık için mutsuzluk insanlık ailesinden dışlanma, mutluluk ise insan kardeşlerinden gelecek bir parça anlayıştır. Her ne kadar ussal yetileri yetişkin bir insanınkinden farklı olmasa da, fiziksel görünüşünün farklılığı yani ürkütücü görüntüsü nedeniyle insanların dünyasından sürgün edilmiş, sürgün edildiği için nefretle dolmuştur.
Yarattığı canlıya duyduğu mesuliyet hissinden dolayı Dr. Frankenstein, insanlara uzak bir yerde yaşamaları şartıyla yaratığa bir eş yapmayı kabul eder. Bu seferki yaratığı daha ileri tekniklerin bulunduğunu düşündüğü Britanya adasında yapmaya karar verir. Oxford'da gerekli bilgi ve malzemeyi edindikten sonra İskoçya'ya geçer. İskoçya'nın sisli puslu havası görünmek istemeyen bir doktor ve görülmesini istemediği deneyi için çok uygundur. İkinci ve bu sefer dişi olan yaratığı bitirip sıra canlandırmaya geldiğinde ise doktorumuz bedenlerin otonomluğuna dair bir sorgulamaya girer. İncil'deki hikâyede Havva sonradan, Adem'in kaburga kemiğinden yapılmıştır ve can verildiğinde onunla birlikte hareket etmesi gayet doğaldır. Fakat ilkiyle alakası olmayan materyallerle yapılmış bu ikinci beden, hiçbir bağa sahip olmadığı birinci yaratığın vermiş olduğu insanlara zarar vermeme sözünü tutmak ihtiyacı ya da zorunluluğu hissedecek midir? Dr. Frankenstein, adaletli bir tanrı olmaya çalışır ve yarattığı şeyin kendi kararlarını verme ihtimalini görür. Hem, üstün bir güç kalplerine sevgi yerleştirmedikten sonra bu iki yaratığın birbirlerini seveceklerinin garantisi nedir? Dişi olan belki de yaratığın çirkinliğine dayanamayacak, ondan nefret edecek ve kaçacaktır. Bu da yaratığı daha da çileden çıkartıp, daha da intikam dolu bir ölüm makinesine dönüştürmeyecek midir? İşte bu yüzden, yarattığına, yaratma gücünün iyicilliğine güvenemediği için, insanlığın başına böyle bir tehlikeyi gönderme riskini göze almaz ve tüm uğraşını heba ederek yaptığı yeni vücudu paramparça eder.
Bu noktadan sonra Frankenstein’ın da yaratığın da amacı yalnızca birbirlerinden intikam almaktır. Başta yaratma niyetiyle yola çıkan Frankenstein yaşadığı kayıplar(kardeşi, nişanlısı vs)nedeniyle artık kendi yaratığını yok etmekten başka bir isteği yoktur. İnsanlardan umudunu kesip son bir istekle yaratıcısına sığınan yaratıksa yaratıcısını yok etmekten başka bir şeyi amaç edinmez. Tek ortak noktaları birbirlerinden intikam almaya dönüşen Frankenstein ve yaratık birbirlerini Kuzey Kutbu’na kadar kovalar. Roman ıssız kutup bölgesinde ölüme karşı gelmek isteyen Frankenstein’ın yarattığını öldürme uğruna çıtkığı yolda yaralanarak ölmesi, yaratığın ise yaratıcısı ölünce hiçbir amacı kalmadığı için kendisini yok etmek istediğini söylemesiyle biter. Kırılgan insan doğasına karşılık daha güçlü, sarsılmaz ve üst-insan formunda olan canavar, kendisini kabullenebilecek, yaşamına anlam katabilecek ve zamanını anlamlandırabilecek tek insanın ölümü ile beraber amacını yitirmiştir. Yaşamının amacını kaybeden canavar, eşsiz varoluşuna kendi isteği ile son verme kararı alır. Yaratık yaratıcısı Dr. Frankenstein'ın, bilimsel kibrinin, Tanrı’nın yerine geçme arzusunun bedelini ödeyecektir.
Yazar, bu yaratma eylemini bilimsel bir zemine oturtmaktan ziyade bizlere bu durumun psikolojik yansımalarını vermeye çalışır. Bunu hem Dr. Frankenstein’ın hem de yaratığın gözünden yapar. Bu çift bakış ustalıkla yansıtılır. Çünkü okurken doktorla da yaratıkla da derinlemesine ve samimi bir empati kurabiliyorsunuz. Birine kızarken diğerine hak verebilir, birine üzülürken diğerini bencil bulabilirsiniz. Özellikle, dağın başındaki bir mağarada yaratığın doktora yaptığı bir konuşma var ki ona karşı yoğun bir acıma hissiyle dolarsınız. Doktoru bu uğraşa iten sebepler ve onun yaptıkları üzerine ahlaki düşünceleri tasvir edilir. “İtiraf etmeliyim ki, ne dillerin yapıları, ne devletlerin kanunları, ne de çeşitli ülkelerin politikaları ilgimi çekiyordu. Göğün ve yerin gizemleriydi öğrenmek istediğim; ilgimi çeken ister maddelerin dış yapısı, ister doğanın işleyişi, ister insanın gizemli ruhu olsun, bütün sorularım metafiziğe ya da en yüksek anlamıyla, dünyanın fiziksel gizemlerine yönelmişti.” (s. 52)
Yaratığın psikolojisinin yansıtıldığı bölümler doktorunkine kıyasla daha canlı ve etkilidir. Biraz önce de söylediğimiz o cümle; ''Anımsa ben senin yaratığınım; senin Adem’in olmalıydım; fakat ben aslında hiçbir kabahati olmadığı halde senin mutluluktan men ettiğin düşmüş meleğim. Mutluluk gördüğüm her yerden bir tek ben değişmez bir şekilde dışlanmışım. İyi kalpli ve usluydum; mutsuzluk beni bir şeytan yaptı. Beni mutlu kıl, yeniden erdemli olayım.” oldukça etkili ve vurucudur.
Eser okuru bir insan yaratma imgesinden hareketle insan ve tanrı ilişkisi üzerinde düşünmeye sevk eder. ''Yaratıcı ile yaratan arasındaki ilişki nasıldır?'' ''Yaratanın yaratılan üzerinde sorumlukları var mıdır?'' gibi sorular sorar. Dr. Frankenstein yarattığı şeyin ne kadar ürkütücü bir ucube olduğunu gördükten sonra onu terk eder ve onu koskoca dünyada yalnız başına bırakır. Kimsesi yoktur. Dünya ve hayat hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Görünüşü yüzünden herkes ondan kaçmakta ve hatta ona saldırmaktadır. Dünyayı ve insanları tanımak için yaptığı her girişim hüsranla sonuçlanır. Hissettiği tek şey yoğun bir acı ve yalnızlıktır. Yaratıcısına yardım etmesi için yalvarır, çaresizliğini dile getirir. Hiç değilse ona, onun gibi görünen, ona yoldaşlık edecek bir eş (bir Havva) yaratmasını ister. Doktor ise başta bu isteği masum ve haklı görüp kabul etse de sonradan bu vaadinden vazgeçer. Zira dünyaya onun gibi yeni bir ucube daha getirmek çılgınlıktır. Okur tam burada yaratığa hak verip, acır ve doktoru adaletsiz ve merhametsiz olmakla suçlar. Ancak bir yandan da içten içe doktora hak vermekten kendini alamaz.
Yazar bu eserde bilimin yerini de sorguluyor. Bilim ilerleyip gerçekten ölümü yenmenin bir yolunu bulsa neler olurdu? Bu insanlığı daha mı mutlu ederdi yoksa toptan bir yıkıma mı sürüklerdi? Aydınlanma döneminin sonlarına denk gelen bu eser, bilimin en çok yüceltildiği ve tek gerçek olarak kabul gördüğü dönemlerin sonlarında yazılır. Yazar, bilime hak ettiği payeyi verse de tercihini bir nevi orta yol olarak sunar. Bilimle birlikte inancında önemli olduğunu söyler.
Bilim tanrıya meydan okumak mıdır? Yazar Prometheus örneğinden hareketle tanrıya meydan okuma fikrini işler. Bilimin sınırlarını sorgular. Bilimin araştırmalarının tanrının işine karışmak anlamında sınırı nerede çizilir? Bunun bir sınırı olmalı mıdır? Gibi sorular sorar.
Shelley’nin kitaptaki soruları üzerinden yeni bir beyin fırtınası yapılabilir. İnsan özünde iyi midir? İnsanı kötü olmaya iten nedir? Yoğun mutsuzluk ve acı insanı kötülüğe meylettirir mi? Romandaki yaratık özünde iyi bir canlıdır. Çünkü herhangi bir insanın isteyebileceği en doğal şeyleri ister. Yeme-içme, barınma ve yalnızlığına son verecek bir aile. Ancak gözünü açtığı andan itibaren insanların kötülüklerine şahit olur. Tanrısı onu terk eder. Hep şiddet ve hakarete maruz kalır. Tüm insancıl girişimleri sonuçsuz kalır. En sonunda başta yaratıcısı olmak üzere tüm insanlığı düşman olarak görür. Ömrünü tamamen onlara zarar vermeye adar. Ben mutsuzsam herkes mutsuz olmalı diye düşünür. Bu durumda yaratığın kötü olmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Yaşadıkları mı onu kötü yapmıştır? Yoksa özünde zaten kötüdür de bu mu açığa çıkmıştır? Yazar tüm bu sorgulamaları ustaca romana yedirir. Bu anlamda eserin derin bir psikolojik ve felsefi boyutu olduğunu söyleyebiliriz.
Victor Frankenstein büyüleyici bir şekilde imkansızı başarmış olsa da, tıpkı romanın alt başlığında adı geçen Prometheus gibi, bir bakıma ‘’ateşle oynayarak’’ kendi elleriyle kendi sonunu hazırlamıştır. Prometheus ateşi tanrılardan çalıp insanlara vererek, tüm insanlığa medeniyeti armağan etmiştir; fakat tanrılara karşı gelmesinin cezasını zincirlere sarılıp her gün bir kartalın ciğerini yemesiyle ödemiştir. Bu şekilde Prometheus, bilimsel bilgiye ulaşmak için verilen mücadelenin bir sembolü haline gelmiştir. Benzer şekilde, Victor Frankenstein kendi ‘’hybris’’ine yenilip bir tanrı mertebesine ulaşmaya çalışınca, bedelini ağır bir şekilde ödemekten kaçamamıştır.
Her zaman dış görünüş önemli değil diyoruz ama bunu inkar eden bir insan bile güzelliği önemsiyordur. Biz varoluşumuzdan bu yana her zaman güzeli sevdik, güzel görüneni seçtik. Yemek yerken sunuma dikkat ederiz sunumu güzel olan yemeyi yemek isteriz, sunumu kötü olan yemeyi tadı güzel olsa bile yemek istemeyiz. Neden? Çünkü görünüşü bizi cezbetmez. Varolduğundan beri insan oğlu güzeli her zaman çirkinden daha üstün görmüştür. Bu doğamızın bir gerçeği ve bu kitap bu konuyu çok güzel ele alıyor