2010 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mario Vargas Llosa'nın yazdığı Teke Şenliği adlı eser, 1930-1961 yılları arasında Dominik Cumhuriyeti'ni yöneten ve yaklaşık 50.000 insanın ölümünden sorumlu tutulan Diktatör Rafael Trujillo'yu ve onun kurduğu rejimi anlatıyor.

Bu eserle karşılaşmadan önce Dominik Cumhuriyeti'nin 31 yıl kadar uzun bir süre boyunca diktatörlükle yönetildiğinden bihaberdim. Diktatörlük, otokrasi, totalitarizm gibi kavramları duyunca akla belli başlı isimler gelir: Hitler, Stalin, Franco, Tito... Bu isimlerin hem kendi coğrafyalarında hem de dünya genelinde etkili isimler olduklarını varsayarsak bu pekâlâ normal. Fakat bu isimlerden farklı olarak Trujillo, bugün bile kıyıda köşede kalmış ve öyle diğerleri gibi pek de gelişmemiş ülkelerden birinde, Dominik'te, birçoğumuzun bihaber olduğu bir rejim kurdu.

Şimdi gelin biraz Trujillo kimdir ve kurduğu diktatörlük rejimi bize diktatörlük hakkında neler söylüyor ona bakalım...

Ekim 1891'de dünyaya gelen Rafael Trujillo, Dominik'in ABD tarafından işgal edildiği 1916-1924 tarihleri arasında orduya girdi ve ABD Deniz Piyadeleri tarafından eğitildi. 1930 yılında Devlet Başkanı Horacio Vasquez'i bir askeri darbeyle indirerek Dominik'in 31 yıl sürecek olan diktatörlük rejimini başlattı.

Yazar Mario Vargas Llosa 31 yıllık bu diktatörlüğü farklı bir kurgu örneği sergileyerek hem Diktatör Trujillo'nun, hem Trujillo'nun has adamlarından birinin kızının (Urania Cabral), hem de Trujillo'ya suikast düzenleyen ekibin zihninde bir gezintiye çıkararak anlatıyor. Bu sayede Trujillo'yu okuduğumuz kısımlarda bir diktatörün düşünüşünü, bakış açısını, rutinini öğrenirken bir yandan da rejimden kendi uzak kalsa da babası ve sevdikleri zor bir yaşam süren Urania'nın geride bıraktıklarıyla yüzleşmesine ve bir grup vatanseverin canları pahasına diktatörlük rejimine kurşun sıkmalarının altında yatan duygulara şahit oluyoruz. Kitap bu yönüyle bize farklı bakış açıları sunarken bir yandan da merakla sayfaları çevirmemizi sağlıyor.

Herhalde bir diktatörün portresini çizecek olsam bu portreye yansıtmak isteyeceğim duygular kibir ve kuşku, karakter özellikleri ise soğukkanlılık ve narsistlik olurdu. Bir diktatör olarak Trujillo tüm bu özellikleri taşıyordu. Yıllardır kendisi için çalışmış olan ve sadakatleri tartışılmayacak adamlarından dahi kuşku duyuyor, Dominik Cumhuriyeti'ni ve halkını adeta kendisinin var ettiğini düşünüyordu. Kendini devletin kendisi olarak gören Trujillo, ülkenin tüm ekonomisini kendine bağlamakla birlikte şahsi serveti ile devlet hazinesini bir tutuyordu. Herkesin onun için var olduğu düşüncesiyse çevresinde bulunan kişilerden, kim olursa ve ne kadar süredir onunla beraber olursa olsun, kolayca vazgeçebilmesine sebep oluyordu. Uzun yıllar onun için çalışmış olan Agustin Cabral'den vazgeçişi bunun bir göstergesiydi. Bu vazgeçişin ''Seni nasıl yücelttiysem öyle de küçültürüm.'' dercesine Cabral'in itibarını zedeleyerek gerçekleşmesi de intikam duygusunun bir tezahürü...

Rejim diktatörlük olur da o ülkede muhaliflere baskı, medyaya sansür, yandaşlara kazanç, yurt dışı bankalarında paralar olmaz mı? Trujillo, muhaliflerine yalnızca bir diktatörün aklından geçebilecek kadar canice bir son sunuyordu: Onları köpekbalıklarına yem etmek. Bir dikta rejiminin ne kadar baskıcı olduğu artık herkes tarafından az çok bilinen bir mesele. Trujillo da ortalama bir diktatör kadar baskıcıydı. Kendisine muhalif olanları hapishaneye attırıyor ve türlü işkencelerden geçiriyordu. Medya da, o günlerde radyo, tamamen Trujillo'nun kontrolündeydi. Her gün radyoda Trujillo'nun muhaliflerine laflar ediliyor, bir öğün olarak propaganda halktan asla esirgenmiyordu. Kara para aklamak için farklı modeller uygulanıyor, bir zamanlar Trujillo rejiminin müttefiki olan ABD'deki senatörlere, politikacılara, avukatlara rejimin ABD'deki çıkarını gözetmeleri adına paralar saçılıyordu. Trujillo önemli kurumların başına güvendiği has adamlarını yerleştiriyordu. Bu yolla hem sermayeyi kendi kontrolünde tutuyor hem de çevresindeki kişilere maddi bir çıkar sağlayarak onların kendisine borçlu olmasını sağlıyordu. Bu güven ilişkisi rejimin adamlarının hem rejime hem de Trujillo'ya sadık kalmalarına yol açıyordu. Dikta rejimi demişken kitapta da lafı geçen yurt dışı bankaları ve kaçırılan paralara değinmemek olmaz. Nasıl olsa paraların hesabını soran ne meclis ne de mahkeme var... Bir diktatörlük rejiminde rejimin yıkılmayacağından kesin olarak emin olan tek kişi diktatörün kendisidir. Rejim ve kurduğu otorite diktatörü öylesine büyüler ki kendisinin asla ölmeyeceğini, kurduğu yahut yönettiği rejimin de asla çökmeyeceğine inanır. Bu Trujillo için de böyleydi. Kurduğu rejimi yüceltmekten çekinmiyor, üstte de bahsettiğim gibi ülkenin tek umudunun kendisi olduğunu düşünüyordu. Fakat bunu düşünen yalnızca kendisiydi. Çünkü has adamlarından bazıları hatta ailesinin üyeleri dahi bu rejimin bir gün çökme ihtimaline karşılık paralarını yurt dışı bankalarına kaçırmaya çalışıyorlardı. Ülke dar, yedikleri az geliyordu galiba... Ne yazık ki biraz da yan cebe atalım demekten asla çekinilmiyor bu rejimlerde...

Başı belli, sonu belli romanları okumak her ne kadar bir sürpriz yaratmıyor olsa da karakterleri analiz etmek açısından oldukça keyifli ve doyurucu bir deneyim. Teke Şenliği hem gündemin yoğunluğu altında ezildiğimiz bugünlerde beni Türkiye'den çok uzaklara, Karayipler'e sürükledi hem de bir diktatörü ve rejimini yakından gözlemleme fırsatı sundu. Bu vesileyle bu güzel eser için Mario Vargas Llosa'ya teşekkür eder, tüm dünyalılara dikta rejimlerinden uzak günler dileriz...