“Ben mi istedim, Yaradan, beni topraktan yoğurup insan yap diye? 
Talep ettim mi senden 
Çek çıkar diye beni bu zulmetten?”

- John Milton / Kayıp Cennet

 

İnsanın bitmek tükenmek bilmeyen arayışını, bilinmeze karşı duyduğu karşı konulmaz çekimi, her şeyin başladığı ‘o’ ana ait merakını en iyi anlatan araç sanat eserleridir. Bunların içinde edebiyat eserlerinin yeri çok daha ayrı olsa da; farklı sanat eserleri arasında oluşturulan etkileşim yaratılan etkiyi ve üzerimizde bıraktığı hayranlık hissini daha da kuvvetlendiriyor. Bu yazıyla çok yüzeysel olsa da, iki eser arasındaki bağlantılara ve etkileşime bakalım.

Şöyle bir sahne canlandıralım zihnimizde; asla doymak bilmeyen, güce aç bir iştah ve belki içinde biraz kıskançlık ile mutlak otoriteye bile meydan okutacak bir hırs. Cennetteki Tanrı’nın bile isyanla mücadele etmek zorunda kaldığı bir durum. İşte bu durumun nihayetinde yaşanan; yenilmişliği, hayal kırıklığını, öfkeyi ve intikam güdüsünü, en insani duygularla yansıtan bir sanat eseri: Fallen Angel (Düşmüş Melek) - Alexandre Cabanel

Düşmüş Melek, İncil’de ve birçok anlatıda adı farklı anılan ve şeytan olarak tasvir edilen meleğin, muhtemelen cennetten kovulmasından hemen sonraki anını anlatan bir sanat eseridir. Aslında İncil cennette yaşanan olaylardan ve meleğin kovuluşundan ayrıntıyla bahsetmez hatta kutsal kitapta böyle bir hikayenin varlığından (birkaç atıf dışında) söz edilmese de; Alexandre Cabanel muhteşem eserini yaratırken, John Milton'ın bu olayları dramatik bir anlatı içinde işlediği epik şiiri “Paradise Lost”tan esinlenmiştir. Kitabı okuduktan sonra eseri bir kez daha incelediğinizde, esinlenmenin ötesinde büyük bir etkisi olduğunu gözlemleyebilirsiniz.

Meleğin, Tanrı'nın gücünü bile aşan bir güç için şehvet duymasına neden olan şey; gururlu karakteri ve dizginleyemediği hırsıydı. Başarısız ayaklanma girişiminin bir sonucu olarak, cennetten atıldı ve gözden düştü. Eser incelendiğinde ardında barındırdığı psikolojik imaları meleğin duruşunda ve özellikle gözlerinde görebiliyoruz. Ağlayan bakışları çoğu zaman, -aynı anda- utanç, ego, isyan, hayal kırıklığı ve dışlanmaya bir tepki olarak yorumlanır. 

Gözlerine daha yakından ve dikkatli baktığımızda; hikayenin henüz bitmediğini düşünebiliyoruz. Bu yüzden; bu kesin yenilgi içinde bile, Tanrı’ya karşı isyanın onu tekrar tekrar aynı hazin sona getireceğini düşünmüyor. Ama biz bu tabloya baktıkça, hepimizin içinde barındırdığı hırs ve bazı olaylar için beslediğimiz intikam dürtüsünü, kimi zaman yaşadığımız dışlanmışlık ve haklı isyanlarımızı düşünüyoruz. 

Kolları ile kapattığı yüzü, mutlak lütuftan düşmesinin ve bir daha gidemeyeceği boyutun yaralayıcı bir simgesi gibidir. Gizlenme, şeytanın yenilgiyi kabul etmesine karşı nihai koruması haline gelir; bu, onu elinde kalan son şeyden mahrum bırakacak bir eylemdir: haysiyet. İşte bu boyutu ile de iki eser arasında inkar edilemeyecek güçlü bağlar kurabiliyorsunuz. Resme baktıkça insani duygularımızda tetiklediği hatıralar ve belki dürtüler tam da Milton’un kitabında anlattığı türden. 

Öyle ki; kitabı eleştirmek isteyenler çoğu zaman bu insani etkileşimden ve neredeyse şeytana hak verecek bir empatinin varlığından bahsederler. Kim bilir? "Şeytan Dante'ye şöyle dedi; Tanrıyı gerçekten tanısaydın sen de ihanet ederdin." Bu kısa Dante alıntısından ziyade, bana göre yazar bu eseriyle çok ustaca bir iş çıkarmış. Tam da şeytanın vurgulanmak istenen o ‘ayartıcı’ özelliğini, yarattığı ‘kötü karizmatik karakter’ olarak okuyuculara yansıtmış.

Milton’nun eserini kozmolojik açıdan düşündüğümüzde tüm evreni ortaya koyduğunu gözlemliyoruz. Tıpkı Giordano Bruno gibi o da bu evrende yalnız olamayacağımızı, sayısız farklı gezegen ve türle birlikte bir düzenin içinde yer aldığımızı hissettiriyor. Zaten sonsuz bir evrende sonlu ihtimaller düşünmek ne kadar mantıklı ve kabul edilebilir orası ayrı bir konu.

Özetle ister şiirsel bir anlatımla duygu birlikteliği oluşturulsun, isterse renk ahengi ile görsel bir illüzyon, sanat ve edebiyat her zaman birbirinin içindedir. Ve her zaman anlatılmak istenenin bir fazlası mevcuttur.