Çocukluğunda babasının elinden tutarak Mithatpaşa Stadyumu’na giden birçok çocuktan
biriydi Orhan. Bertolt Brecht’in oyunlarındaki kapitalistlere benzeyen numaralı tribün
zenginlerinin arasında küfürlerden ve yüzüne gelen sigara dumanlarından kaçarak
Fenerbahçe’sini desteklemeye çalışıyordu. Stadyumda beraber maç izlediği insanların karşı
takım oyuncularını düşman gibi görme çabasına rağmen futbolun tapınmaya varan hayranlık
duygusuna ve sakatlığına rağmen topallaya topallaya oyuna devam ederek seksen dokuzuncu
dakikada attığı golle takımını kurtaran oyuncusuna aşık olmayı başarabilmişti. Kazanılsın ya
da kaybedilsin maç sonu Mithatpaşa Stadyumu’ndan evlerine, bir aile apartmanı olan Pamuk
Apartmanı’na dönerken de sık sık Fenerbahçe’sinin seksen dokuzuncu dakikadaki golünü
atmayı düşlerdi.

1950’li yılların Nişantaşı’nda Fenerbahçeli baba, Galatasaraylı amca ve Beşiktaşlı eniştenin bir
arada yaşadığı bu aile apartmanında da futbol ön plandaydı. Galatasaray-Fenerbahçe
maçlarından sonra eğer Galatasaray kazanmışsa dairelerinin önüne amcaları tarafından
“kova kaleci” mahiyetinde kova bırakılırdı. İşte tam olarak böyle bir ortamda ağabey
Şevket’le küçük kardeşi Orhan da sakızlardan ve çikolatalardan çıkan futbolcu kartlarını
biriktirerek, her pazartesi günü gazetelerdeki Fenerbahçe maçlarından fotoğrafları ve
haberleri keserek yalnızca bu iş için kullandıkları defterlerine yapıştırırlardı. Bir süre bu kesip
yapıştırma işine devam ettikten sonra bu işten sıkılmalarının ardından yalnızca gazetelerdeki
topun ağlarla buluştuğu büyülü anın fotoğraflarına uzun uzun bakmaya başladılar. O
dönemlerde televizyonun olmaması nedeniyle futbol maçlarında neler olup bittiğini
anlatmanın tüm görsel yükü gazetelerin sırtındaydı. Bugün akademik dilde “hikaye anlatan
resim” olarak adlandırılan teknik sayesinde gollerin gelişimi adım adım çizilerek anlatılırdı. Bu
resimlerin inceliği ve açık anlatımı sayesinde de iki kardeşin gazetelerde en sevdiği kısım spor
sayfaları olmuştu.

Futbolu sadece seyretmekle yetinmeyen Şevket ve Orhan kardeşler, 1960’lı yılların
İstanbul’unda bomboş olması sebebiyle gençler ve çocuklar için harika bir futbol sahası olan
Cihangir Caddesi’nde yakıcı güneşin altında uzun süren mahalle maçları yaptılar. Orhan’ın
yeteneği de vardı ancak gövdesi ve adaleleri futbola pek uygun değildi. Ağabeyi Şevket ise
Orhan’ın söylediğine göre kendisinden daha yetenekliydi. Aralarında bir yetenek farkı olduğu
aşikardı ancak küçük kardeş için oyunun kendisinden daha önemli olan bir şey varsa o da
oyunla ilgili düşler kurmaktı. Maç çıkışlarında eve dönerken Fenerbahçe’nin 89.dakikadaki
golünü atmayı düşlediği gibi birçok hayal daha kurdu.

İki kardeşin futbol oynamadığı, seyretmediği veya radyodan dinlemediği anlarda bile
muhabbetlerinde sık sık futbol konuşulurdu. Evlerindeki halının üzerinde bilye veya tavla
pullarıyla oluşturdukları on bir kişilik takımlarla, bütün Avrupa Şampiyonası’nı
canlandırırlardı. İki kardeşten birisi, stadyumdan maç anlatan spiker olarak halının üzerinde oynanan maçı, hayali bir seyirci kitlesine naklen anlatırdı. Halının üzerindeki her pulun bir
ismi vardı ve eğer spiker bu isimlerden birisini yanlış olarak telaffuz ederse, diğer kardeş
hemen sessizce onu uyarırdı. Futbol sayesinde iki kardeş arasında gelişen arkadaşlık ilişkisi de
süregelen yıllarda gittikçe pekişti. Şevket ve Orhan arasındaki bu futbol dolu yıllar uzunca bir
süre daha devam ettikten sonra yapılan hayat seçimleri, gidilen farklı yollar ve dağılan aileler
eşliğinde futbol doluluğunu zamanla yitirdi.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık okumaya başlayan Orhan, üçüncü sınıfa geldiğinde
bu işi yapamayacağına karar vererek okulu bıraktı ve İstanbul Üniversitesi’nde Gazetecilik
eğitimi almaya başladı. 23 yaşına geldiğinde ise her şeyi bırakarak ilk romanı olan Cevdet Bey
ve Oğulları’nı yazmak için kendini evine kapattı. İlk romanını Orhan Pamuk olarak 1982
yılında yayımladıktan sonra aynı yıl içinde Orhan Kemal Roman Ödülü ve Milliyet Yayınları
Roman Ödülü kazandı. Eserlerinde hiçbir zaman futbolu ön planda tutmayan Pamuk, 1990
yılında yayımladığı ve 1980’lerde geçen Kara Kitap romanındaki ana karakter Galip’in,
sokaklarda karısını aradığı sıralarda, radyodan 8-0’lık Türkiye-İngiltere maçlarını dinlediğini ve
yaşanan milli aşağılanmayı anlatarak futbola önemli bir rol vermeyi düşünse de zaman
içerisinde bu fikrinden vazgeçti. Kara Kitap’ın yayımlanmasının ardından yirmi seneye yakın
bir süre geçtikten sonra Spiegel’e verdiği bir röportajda “İngiliz oyuncular bizimkilerle dalga
geçmiş, İngiliz basını da İnönü Stadyumu’nun çimensiz, çukurlu halini ‘keçilere daha uygun’
diyerek aşağılamıştı. Bütün bunlar benim için ülkenin halini gösteren birer metafordu, ama
kitabım çok uzuyordu, belki de Kara Kitap’ta bu aşikar benzetmeye gerek yoktu. Kara Kitap’ta
futbol kısımlarından vazgeçtim, şimdi biraz pişmanım” diyen Pamuk, kendisinin dolu dolu
futbol konuştuğu sayılı röportajlarından olan Spiegel röportajını bitirirken ise şunları
söylemişti: “Futbol herkesle birlikte -din gibi- tadına varılacak bir şey. Yalnız bir romancının
değil tesellisi, eğlencesi bile olamaz.”