Ay karanlıktı. Tepesinde bir yıldız. Kurumuş bir su yatağına su taşımak gibi, öylesine çaresiz öylesine boşaydı en yücesini aydınlatma telaşı. Bende de benzer bir pişmanlık. İçime çöl ayazı gibi işleyen o gözlere daha fazla bakmadığım için. Bir de gizlemeye çalışsam da Sahra'nın kumları kadar parçalanmış kalbim var. 
Paramparça olmuşluğa rağmen gönülden gönüle giden bağı koparamamak. Görünmez bağ dedikleri bu olsa gerek. Görsem, ah bir görsem, hemen koparacağım. Göremiyorum. Böylesine doyamamışken bir zerresine bağı görememem çok normal değil mi? Ya da o bağ hiç kurulmadı. Aldatmak için tenin tene değmesi mi gerekir? Yalan da aldatmak değil midir? Bana geleceği vaad edip gelmemesi, yalnızca bana gelmemesi. Her şeye gidip de bana çözümlerden çözümsüzlüğü seçip gelememesi. "Gel" deseydi kaf dağını bile ardıma alıp giderdim. İsteseydi dere, tepe, düz bile giderdim. Gel demedi ama "gideceğim" de demedi. Yalnızca "geleceğim" dedi. Beni öylece terk etti kuyuya atılmış Yusuf'la aynı yalnızlığa. Rabb'e isyan da edemiyor ya insan. 
Yalnızca geleceğim dedi. O rüzgar oldu esti, yağmur oldu yağdı, başka tenleri okşadı, başka ruhların gönlüne düşen cemre oldu. Bana toprak ol dedi. Şifa olup yağmadı. Rüzgar olup karıştırmadı. Üstüme bir gonca olması için tohum bırakmadı. İçime sevgiyi yerleştirdi. Bunu pişirdi, delicesine aşk yapana kadar, genç kızların eteğini uçuşturan umursamaz yaz rüzgarı gibi, esti, kavurdu. "Git" deseydi giderdim. İsteseydi en güzel falezlerin kenarına cennet bahçelerini kurardım. O beni falez sandı oysaki. Oh, geliyor işte. Hayır, hayır, o değil. Adalar vapuru gelen. Gitmek vakti geldi işte. Kamuran Akkor fısıldıyor kulağıma "Sev yeter". Yazık üstadım. Neyse ne. Başını kaldır ve göğe bak. Geri gitsin yaşların. Erkek adam ağlamaz zaten.