Merakla beklenen Oppenheimer, bugün itibariyle Amerika, İngiltere,Türkiye ve birkaç Avrupa ülkesinde vizyona girdi.
Sinema seyircisinin ve Christopher Nolan hayranlarının beklentisi haftalar öncesinden başladı. Sosyal medya üzerinden geri sayımlar bile başlamıştı ve nihayetinde o gün geldi.
Filmi diğer vizyon filmlerinden ayıran en önemli özelliği IMAX kamera (70mm) ile çekilmesi olup, diğer Nolan filmlerinden ayıran özelliği ise kendisinin en uzun filmi olması.
IMAX olarak çekilmesinin Türkiye'de yaşayanlar için pek bir esprisi olmuyor çünkü Dünya'da sadece 117 sinema IMAX 70 mm 18K hizmeti sunuyor. Fakat tabi ki Türkiye'de de IMAX olarak izlemekte fayda var.
Filmin içeriğine gelecek olursak, ''Following (1998)'' ile Nolan filmografisine başlamış biri olarak artık kendisinin bir fizik hayranı olduğuna yüzde yüz emin oldum. Gerek Inception gerek Interstellar'da işlemiş olduğu konuları iyi harmanlayıp seyirciye sunmuştu.
Fakat Oppenheimer'ın konusu diğerlerinden biraz farklı. Amerikalı teorik fizikçi Julius Robert Oppenheimer'ın hayatını bizlere aktarıyor. Nolan bu role Cillian Murphy ' i uygun görmüş ve bence de tam isabet diyebiliriz. Kendisine Peaky Blinders'dan aşinayız ve duygu geçişlerini mükemmel yansıtan bir aktör. Özellikle Robert Oppenheimer'ın kendi ağzından söylediği ''Now I am become death, the destroyer of worlds.'' sözlerini söylerken bunu hissedebiliyoruz.
Diğer önemli karakter Lewis Lichtenstein Strauss'u ise Robert Downey Junior bizlere yansıtıyor. Senaryodaki hazır cevap kişiliği ve üst perdeden iletişim kuran birini yansıtmak, filmografisinde bu tarz roller barındıran Robert için fazla zor olmamalı diye düşünüyorum.( En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını da kendisinin alması sürpriz olmaz.)
Beni çok şaşırtan Kitty Oppenheimer karakteriydi. Emily Blunt'ın canlandırdığı karakteri, filmin son yarım 45 dakikasına kadar sürekli alkol içen, bebeği odada ağlarken mutfakta alkol hazırlayan sorumsuz bir anne olarak görürken, sonlara doğru ailesine sahip çıkan, eşinin değerini kendisinin bilmesi gerektiğini defalarca ona tekrarlayan biri olarak görüyoruz ve hatta normal bir gidişatı da değiştiriyor kendisi.
Matt Damon Leslie Groves'u canlandırıyor ve ne eksik ne fazla.
Gary Oldman'ın sinema tecrübesi birkaç dakikalık sahne içerisinde kendini açığa vuruyor. Perdede görmek güzeldi.
Film
Olay örgüsünü Nolan yine kendine has tarzı ile oluşturmuş. Bir başından bir sonundan. Inception'ını andırmıyor değil. Günün ilk seansında izlediğim ( 04:00 ) ve fizik ağırlıklı bir konuya sahip olmasından dolayı olay örgüsü biraz dağınık geldi. Fakat birkaç sahne sonra toparlayabilmem kolay oldu. Sahne geçişlerindeki müzikler Hans Zimmer'ı gerçekten andırmakla beraber (Ludwig Goransson'a başarılar ), Oppenheimer'ın Hiroşima ve Nagazaki saldırısından sonra yapmış olduğu konuşma sahnesi ve sonrasındaki efekt, gerçek anlamda etkileyiciydi. Tüylerim ürperdi diyebilirim.
Senaryonun en can alıcı kısmı Oppenheimer ile Albert Einstein'ın filmin başında seyirciden gizlenilmiş diyaloğunun, filmin sonunda gün yüzüne çıkmasıydı. Şöyle denilebilir ki, birçok filminde olduğu gibi Christopher Nolan, 3 saatlik filmin olay örgüsünü mükemmel bir şekilde işleyip, vurguyu son diyaloğa bırakıyor.
''Sanırım başlattık.''
Sanatla kalın...
Yorum Bırakın