“Gönül kimi severse güzel odur.” (Brontë, 1847) sözüyle özdeşleşen Jane Eyre, Charlotte Brontë’nin “Currer Bell” takma adıyla yazdığı Victoria Dönemi edebiyatı ve İngiliz edebiyatının önde gelen eserlerinden biridir. Sadece İngiltere ile sınırlı kalmayarak Amerika’da da büyük ses getiren bu eser, çağının ötesine geçerek günümüze ulaşmış ve zamansız bir roman olmayı başarmıştır. Eserin popülerleşmesi ile yazarımız Charlotte Bronte’nin kimliği sorgulanmaya başlamış ve üzerine türlü teoriler üretilmiştir. Ancak ömrüboyunca yaşadığı mütevazı hayatı sürdürmeyi başaran Charlotte Brontë, küçük kardeşleri Emily ve Anne Bronte’nin erken ölümüyle beraber Hawort köyünün kırsal kesimlerinde yalnız bir yaşam geçirmiştir. Bu açıdan da yarattığı eşsiz karakter Jane Eyre ile benzerlik göstermektedir. Jane Eyre karakteri ekseninde yoğunlaşan ve karakterin iç dünyasını okuyucuya akıcı bir dil ve gerçekçi bir tasvirle aktararak bir kadının cesaretle verdiği mücadelesini ve buna bağlı olarak da kendini gerçekleştirip özgürleşmesini konu alan bu eser, yazıldığı günden bu yana birçok kadına ilham olmuş ve edebiyat dünyasına gerçek bir kadın rol model kazandırmıştır.

Jane, ailesinin ölümü nedeniyle dayısı Bay Reed ve yengesi Bayan Reed’in evinde yaşamaktadır. Burada Bayan Reed ve küçük kuzenleri olan Eliza, John ve Georgiana’nın türlü psikolojik ve fiziksel işkencelerine maruz kalmakta ve her olayın sonunda suçlu olarak nitelendirilmektedir. Evde ona düşman olmayan tek kişi Bessie adlı hizmetçidir ancak Bessie her ne kadar Jane’e acıyıp yardımcı olmaya çalışsa da Jane, Bayan Reed’den kurtulamamakta ve her seferinde daha kötü bir tavırla karşılaşmaktadır. Yengesinin uzun uğraşları sonucunda Jane Eyre hayır kurumu adı altında son derece kötü şartlarda yetim kız çocuklarına eğitim verilen Lowood Enstitüsü’ne yatılı olarak gönderilir. Burada uzun süre kalır, yalnızlık ve sefalet ile mücadele eder. Sonunda da öğretmen olarak mezun olur ve bir süre bu enstitüde eğitim verir.Ardından buradan ayrılmaya karar veren Jane gazeteye ilan verir ve bir hafta sonra Thornfield Malikanesi’nde iş bulur. İşe girdiği yeni malikanede Adéle adında bir kız çocuğuna öğretmenlik yapar ve evin sorumlusu olan Bayan Fairfax ile yakın bir dostluk kurar. Ancak bu evde kurduğu ilişkiler arasındaki en önemlisi ev sahibi Bay Rochester ile kurduğu benzersiz dostluk ve bu dostluktan doğan aşktır. Birlikte birçok zorluğa göğüs gererler ve tam da mutluluğa ulaşıp evlenmeye hazırlandıkları noktada Bay Rochester ile ilgili karanlık bir sırrı öğrenen Jane, onu terk eder. Aynı zamanda malikaneden de ayrılır ve izini kaybettirmek için uzun süre kalacak yer arar. Sonunda yardıma muhtaç olduğu bir anda çaldığı kapının ardında hayatı boyunca aradığı ve eksikliğini hissettiği dostluğu ve hatta kardeşliği bulur. Onu evlerine alan kardeşler Diana, Mary ve St John Rivers ile uzun süre birlikte yaşar ve St John’un yardımıyla bu bölgede bir iş bularak kendi evinde yaşamaya başlar. Diana ve Mary’den birçok şey öğrenir ve onları artık kız kardeşi olarak görür. St John’la ise birbirlerine daha yavaş ısınsalar da onun da Jane üzerindeki etkisi büyüktür. Bu süreçte Jane, St John’dan aldığı bir teklif sonucunda tüm hayatını değiştirecek bir hamle yapar ve kalbinin sesini dinleyerek Bay Rochester’ı bulmaya karar verir. Fakat Thornfield’a döndüğünde malikanenin çıkan bir yangın sonucunda harabeye döndüğünü öğrenir. Bay Rochester’ı kaybetme korkusuyla duygularından emin olan Jane onu aramaya devam eder ve sonunda kaldığı evi bulur. Burada Bay Rochester’ın onu uzun süre aradığını ve ayrıca çıkan yangın sonucunda bir elini ve görme yetisini kaybettiğini öğrenir. Ancak bu öğrendikleri ona engel olamaz ve Bay Rochester’ı bulur. Her zamankinden daha özlem dolu ve mutlu bir şekilde aşklarını sürdürür ve evlenirler. Böylece birbirlerinin eksik yanlarını tamamlarlar ve kalpleri bir olur.

 

Feminizm, aşk, din ve yaşam koşulları temaları altında şekillendirilen bu romanda olaylar 19.yüzyıl İngiltere’sinde geçmektedir. Eser İngiliz edebiyatının klasiklerinden olan gotik tarzda yazılmış ve dönemin koşulları, karakterler vemekanlara dair yapılan betimlemeler ile de bu anlatım güçlendirilmiştir. Örneğin Bay Rochester’ın malikanesinin kasvetli bir şekilde tasvir edilmesi ve yine bu evde karanlık sırların bulunması hem hikayenin gidişatına hem de anlatım biçimine zenginlik kazandırarak yeni bir yön vermiştir. Aynı zamanda dönemin koşullarının da rahatça görülebildiği bu romanda İngiltere’nin 19.yüzyıldaki sınıflara dayandırılmıştoplumsal yapısı, zengin kesim ile fakir kesim arasındaki farkve kilisenin insanlar üzerindeki etkisi karakterler ile detaylıca yansıtılmıştır. Buna örnek teşkil eden durumlardan biri de Jane’in alt kesimlerden gelen biri olması ve hayatını şekillendirmek için çabalaması ile Bay Rochester’ın büyük bir servete sahip olması ve eserde ne iş ile uğraştığına dair çok az ipucunun bulunması örnek verilebilir. Eserin içinde önem arz eden ana konulardan biri de toplumda kadın ve erkeğe olan bakış açısıdır. Dönemsel bir analiz yapıldığında 19.yüzyılda İngiltere dahil birçok toplumda kadınların erkeklere oranla özgürlükleri daha kısıtlı ve adalet sistemin dahil olmak üzere birçok alanda eşitsizliklerin mevcut olduğu görülmektedir. Bu dönemde kadınlar her ne kadar kendi geçimini sağlamak için bir iş ile uğraşma fırsatını elde edebilse de günün sonunda eşlerine bağlıdırlar. Dönemin anlayışı üzerine kadınlar için belirli bir yaştan önce evlendirilmek ve çocuk sahibi olmak ideal olarak görülmekte ve hayatına bu şekilde bir düzen getirmeyenlere iyi bakılmamaktadır. Evliliklere çoğunlukla aileler tarafından karar verilmekte ve yapılan evlilikler daha çok çıkarlar doğrultusunda planlanmaktadır. Eserde de bu alandaki derin ayrımın en bariz örneklerinden biri Bay Rochester’ın geçmişte yaşadığı evliliğin ailesinin isteği doğrultusunda yapılması, sonrasında yaşının ilerlemesine rağmen hala gözde bir “bekâr” olarak görülmesi öte yandan Jane’in hem alt kesimden geliyor olması, hem evin bir çalışanı olması hem de çok daha genç olması nedeniyle Bay Rochester’a layık görülmemesidir. Ancak olay örgüsüne bakıldığında dönemin şartlarına bir tepki niteliğinde ortaya çıkarılan roman bahsettiğim tüm algıları kendi içinde yıkmakta ve dönemin tavrından farklı bir görüş ile kendine bir yön çizmektedir.

Karakterler üzerine yoğunlaşıldığında dönemin tavrından ayrışan bu olay örgüsünün temelinin karakterlerin ruhunda yattığı anlaşılmaktadır. Benzeri olan birçok romandaki yaklaşımın aksine karakterler dış görünüşleri ile değil karakterleri ile ön plana çıkmaktadır. Hatta anlatılana göre yazarımız Charlottë Bronte’nin onun gibi yazar olan kardeşleri ile yaşadığı bir konuşmada “Romanlardaki bütün karakterler neden hayal edilemeyecek kadar güzel tasvir ediliyor?” diye sorması üzerine kardeşlerinin eserin aksi takdirde okuyucuyu çekmeyeceğini söylemeleri üzerine Bronte’nin şekillendirdiği Jane Eyre karakteri doğmuştur. Eserde birçok defa anlatıldığı gibi çekici bir görünüme sahip olmamasına rağmen ilkeli, döneminden ayrışacak biçimde açık görüşlü, gururlu, saygılı,şaşırılacak şekilde dürüst, realist, adaletli, kararlı ve özgüvenli bir karaktere sahip olması ve bunun yanında kendini geliştirebilmek için inanılmaz bir çaba sarf ederek resim çizmek, dil öğrenmek gibi yeni birçok alana eğilmesiyle dış görünüşünden ziyade karakteriyle ve sakin mizacıyla çevresini büyüleyen bir yapıdadır. Özellikle gururunu ve özsaygısını ön planda tutarak aldığı kararlar okuyucuya şaşkınlık yaşatacak cinsten özgürlükçü ve cesurcadır. Örneğin Bay Rochester’dan aldığı evlilik teklifinin sonucunda yüksek maliyetli bir düğün yapma fikrini ve pahalı hediyeleri ikinci kez düşünmeden reddetmesi, dönemin algısındansa doğruyu savunması, eşinin himayesi altına girmeyi ve hayatını onun düzenine göre şekillendirmeyi istememesi ve öğrendiği sırlar sonucunda her ne kadar Bay Rochester’a büyük bir aşk duysa da kendi benliğine duyduğu saygı nedeniyle onu bırakması ve bu noktada acı çekmeyi, zorlanmayı da göze alması ya da St John’un dini açıdan manipülatif tutumu ve teklifleri karşısında yine kendine dönmeyi ve hislerine değer vererek Bay Rochester’a dönmeyi seçmesi bilhassa Jane Eyre’i “Jane Eyre” yapan ve onun okuyucular tarafından çokça sevilerek bir örnek olarak görülmesini sağlayan temel unsurlardır. Bay Rochester ise Jane Eyre’in yaratılışının karşısında onun cazibesini en şeffaf şekilde görebilecek bir karakter olarak şekillendirilmiştir. En az Jane kadar o da gururlu ve güçlü bir karakterdir. Geçmişte yaşadıkları nedeniyle çevresine kalın duvarlar örmüş, mutluluğu bulamamış ve her ne kadar çevresi insanlarla dolu olsa da özünde yanlızlık çekmekte olan biridir. Önemli sırlar hakkında yalan söylese de temelde güvenilirdir, itaatsizlikten hoşlanmaz, sabit fikirlidir, fedakârdır ve Jane gibi zeki bir yapıda olup inançlarını savunan kişileri sever. Yaşadığı travmalar sonucunda sevgiden ve bağlılıktan korkmakta ancak bir o kadar da sorumluluk sahibi bir tutum benimsemektedir. Zeki ve kültürlüdür, burjuva tipi zevklere sahiptir. Çevresi tarafından dış görünüşünde büyük bir çekicilik yatmasa da karakteri ve uğraşlarıyla oldukça beğenilmektedir. Jane ile tanışması okuyucuya Bay Rochester’ın benliğinde hiç açılmamış bir pencereyi açmış ve yaşadığı aşk konusunda ne kadar tutkulu, ısrarcı ve sadık olduğunu göstermiştir. Bu iki karakterin ilişkisi Jane’i olgunlaştırdığı kadar Bay Rochester’ın da dönemin yerleşmiş algısından kurtulmasını, daha iyi biri olmak istemesini ve gerçeklerle yüzleşmesini sağlamıştır. Böylece ikisi de yaşadıkları sayesinde gelişmiş ve ilişkileri adına büyük fedakârlıklar yapmıştır. Yaşadıkları aşk ise tüm okuyuculara sevginin toplumsal statü veya dış görünüşte yatmadığını aksine kişilerin ruhunda ve kendilerini birbirlerine ne kadar adadıklarında yattığını göstermiştir.

Kitabı değerlendirdiğimde olayların gidişatı benim açımdan bazı noktalarda yavaş ilerlese de genel olarak bütünlüğü iyi kurulmuş ve okuyucuyu içine çeken türdendi. Ancak bir okuyucu olarak bazı noktalarda daha fazla veya daha az ayrıntı istediğim ya da olayları farklı karakterlerin bakış açısından da dinlemek istediğim oldu. Örneğin Jane ve Bay Rochester’ın ayrılık sürecindeki duygularını sadece Jane tarafından dinlememiz bence Bay Rochester’ın bir noktada hikayeden soyutlanmasına ve hikayenin kötü kahramanı ilan edilmesine neden oldu. Ancak olaylara onun tarafından bakılması bu karakterin de kendince haklı noktalara sahip olduğunu ve onun durumunda yaptıklarının her ne kadar ahlaki açından doğru olmasa da bir çaresizlik ve aşkın karşısındaki zayıflıktan doğduğunu okuyucuya daha net bir şekilde gösterebilirdi. Bunun yanında yazar tarafından Jane karakterinin özellikle mükemmel olarak tasvir edilmek istenmemesine rağmen sürekli olarak en doğru, en gururlu kararlara varması ve bir noktada kalbinin sesini dinlese bile sürekli olarak en rasyonel biçimde tavır alması bence karakterin okuyucu gözünde her ne kadar örnek teşkil etse de bir o kadar da ulaşılması zor bir noktaya erişmesine ve okuyucuyla arasına soğuk bir duvar örülmesine neden oldu. Ancak dönemin koşullarını, okuduğum diğer yazarları ve onların karakterlerini ve bireysel olarak benim bir kitaptanbeklentilerimi göz önünde bulundurduğumda  bu betimleyiş biçiminin yersiz olduğunu düşünmüyorum. Son olarak yan karakterlere de değinirsem bu hikayede yan karakterlerin ana karakterler ile kurdukları ilişkiler ve yaşanmışlıklar bakımından büyük önem arz ettiğini düşünüyor ve verilen detaylarla beraber de hikayenin yapısına güç kazandırdıklarına inanıyorum. Özellikle Diana ve Mary’nin Jane ile kurduğu arkadaşlığın ve akrabalık ilişkisinin okuyucuyu baş karakterin yaşadığı zorluklar sonrasında ruhani bir tatmine ve karakter adına yaşanan bir iç huzura ulaştırdığını düşünüyorum.

Özetle eserin farklı yönlerden değerlendirmesi yapıldığında yazarının dönemin koşullarını başarılı bir şekilde ve akıcı, sade bir dille yansıtarak karakterleri incelikle seçtiği anlaşılmakta ve vermek istediği mesajları okuyucu kitlesine en vurucu şekilde ilettiği görülmektedir.  Kadın özgürlüğünün ve varoluşunun da özenle işlendiği bu eserdeki baş karakter olan Jane Eyre’in toplum açısından teşkil ettiği örneğin ve verdiğini özgürlükçü mesajların olay örgüsünde merkez alınması ve kadının toplumdaki yerinin böylesine şeffaf bir perdeden anlatılmasının yazarın 19.yüzyıl İngiltere’sinin baskıcı tutumuna rağmen gösterdiği cesaretin kanıtıdır. Bu noktada büyük başarı elde etmiş olan bu eserin toplumun her kesimi tarafından okunması gerektiğine inanıyor ve içinde ölümsüz bir roman olmasının getirdiği önemli fikirler barındırdığına inanıyorum.