Ölümcül Renkler, Allah, Massive Attack ve Geminin İntikamı
Doğumumdan bir süre sonra insan türünden çeşitli öğretiler almaya başladım. Bazısı zorlaydı. Aslında hepsi
öyleydi. Eğer toplum diye adlandırdıkları şu bok kalabalığına dâhil olmak istiyorsam bu öğretileri büyük bir onurla kabullenmeliydim. Hikâyemin enteresan kısmı ise tanrının bana bahşettiği hayatın dümeninde başka kaptanların olmasıydı. Herkes bir şeyler olmamı savuruyordu yüzüme. Doktor ol, öğretmen ol, adam ol, yalancı ol,. Kim ne ise, o yöne çeviriyordu dümenimi. Hepsinden her defasında yarı yoldan döndüm. Bu kadar çok rotamı şaşırınca ilerlememi sağlayan yakıtım hiçbir sonuca varamadan bitti ve ben simsiyah bir okyanusun ortasında saplanıp kaldım. Dümenimde duran yüzlerce el bir bir çekilmeye başladı. Her çekilen el, ağır suçlamalarla dönüyordu yurduna. Sanki kendimi oraya saplayan benimmişim gibi.
Bir gün dümende hiç el kalmadığını, artık kimsenin bir şeyler olmamı yüzüme savurmadığını fark ettim. Etraf çok sakindi. Eğilip teybin play tuşuna dokundum. Massive Attack melodileri ayak parmaklarımdan bacaklarıma doğru tırmanmaya başladı. Belli ki müzik bedenime sahip olacaktı. Ruhum? Nerede olduğuna dair bir line kokain kadar fikrim yoktu. Massive Attack dinlerken, insanlardan aldığım öğretileri düşünmeye başladım. Bu düzende öğrendiğim ilk şey yakıcı maddelerdi. Mesela Allah vardı, o en fena yakıyormuş. Herkes öyle söylerdi. Üç harfli şeyler vardı mesela onlar da yakıyordu. Sonra Mavi’yi öğrendim. Mavi, bir renk. Umut taşıyan, mutlu eden, canlı bir renk. Göz dedikleri organla reaksiyona girdiğinde asidik hala gelip insanın iç organlarına saldırıyormuş, bunu sonradan uygulamalı olarak öğrenecektim. Hayat kaydıran maviler gördüm. Kimlik sildiren maviler, üzerine çok yakışan maviler, adamları ağlatan maviler. Mavi, böylesine masum ve ölümcül bir renkti.
Sonra siyah rengi tanıdım. Ten dedikleri bir çeşit örtüyle reaksiyon gösterince, sözde mavinin açtığı gedikleri kapatıyordu. Yitirmişlere yeni bir kimlik çıkartıyordu. Kayan hayatları kaydığı yerden kaldırıp, üzerine üflüyor, daha güzel bir yere, daha yükseğe asıyordu. Yani nimettim onun için. Kutsal, antik, korunması gereken. Üstelik üzerime yakışan mavileri soyuyor, daha yalın olmamı sağlıyordu. Tabii ben de gediklerin kapanmasıyla rahatlıyor, boynuma dolanan saçların asıl amacını idrak edemiyordum. Bu kısmı çok daha sonradan öğrenecektim. Bir sabah uyandığımda, siyahı da yerinde bulamayana kadar her şey böyle sakin, sanki uyuşturucu kullanmış gibi geçip gidecekti.
En son öğrendiğim renk ise kırmızı. Kızıl ya da. Toplum bu rengi farklı isimlerle çağırıyor. Siyahın damarlarıma enjekte ettiği uyuşturucunun etkisi geçmeye başlayıp, neler yaşadığımı idrak etmeye çalıştığım anda yolda kırmızı renkle karşılaştım. Her ne kadar kan ve cinayeti çağrıştırsa da sanki Allah’ın en sevdiği renkmiş gibi hissettim. Öyle üç harfli bir şeylere yakalandım. Allah’tan sonra yakıcılığı olan üç harfli şeyler tespitim de tam bu noktada cebime girdi. Damarlarımda dolaşan sıvıyı tahliye etmek için bileklerimi delip, o gördüğüm saç tellerini doldurmak istedim. Öylesine derin ve etkiliydi. Ve keskin. Kırmızı, mavi ve siyaha göre daha uzak, daha ürkek ve daha soğuktu. Bu uzak, ürkek ve soğuk sistemin içinde aynı derecede de sıcak. Bu durum biraz tehlike arz ediyordu. Yani bir rengin bu kadar ikilem taşıması, bu kadar şüpheli hareketleri aslında onun tutuklanıp, ömür boyu gökkuşağından uzaklaştırılmasını icap ediyordu ancak bir şeylerin etkisi altındaydım. Ne olduğuna dair ufak bir fikrimin bile olmadığı, en yakın tanımla tanımlayamadığım bir aptallığın etkisi. Kırmızı, kendi halinde duruyordu ancak mavi ve siyaha göre daha etkili bir tedavi yöntemi varmışçasına, damarlarımdaki bütün delikler kapanıyordu.
Sonra bir gün geldi. Kırmızı da diğerleri gibi kendini imha etti. Patlamada etime saplanan parçalar vardı. Bu parçaların birinden yalnızlık hastalığı kaptım. Ölümcül, tedavisi olmayan bir hastalık. O günü daha sonraları, daha da iyi anladım. O gün, kat’i bir gündü. Kesin bir gündü. Değişmez bir kuraldı. Her renk bir gün kendini imha edecekti.
O günden sonra hiçbir renkle karşılaşmadım. O renklerle karşılaştığım dönemlerde o kadar uyuşmuştum ki, dümenimdeki elleri fark edemedim. Daha doğrusu fark ettim ama önemsemedim. Bir tehlike arz etmiyordu sözde. Sonra bütün bunları düşünüp kendime bir duvar ördüm. Önüme, arkama, sağıma, soluma. Simsiyah bir duvar. Nefes aldığımı zannetmemi sağlayacak kadar dar bir duvar. Kimsenin beni bulamayacağı, rahatsız edemeyeceği şekilde. Bir şeyler için yemin etmiş gibiydim. Kırık bir yemin. Biraz da buruk ve puslu. Yıllarca kaldım orada. O yılları bir şeyler yazarak geçirdim. Daha çok renkleri yazdım aslında. Renklerin meydana getirdiği tahribat raporlarını. Günü geldiğinde artık nefes aldığımı sanmam hissi de uyuşmaya, eksilmeye başladı. Ve duvarlar yıkıldı. Bir daha dokundum teybin play tuşuna. Bir daha çaldı o bedenimi ele geçiren melodiler. Oturup bir şişe şarap içtim. Allah’ı anlamaya çalıştım, insanları da. Üzüldüm sonra. Allah, öğretilerdeki kadar yakıcı değildi. Öğretileri simsiyah suyun dibine gönderdim. İntikam yemini içtim. Oradan çıkıp bir fabrikaya koştum hemen. İntikam planlarımı gerçekleştirmek üzere, yeni bir yüz, yeni bir kimlikle tekrar insanların arasına karışmak için. Mavilerin, siyahların, kırmızıların kazandırdığını zannettiğim sikilmiş, sahte kimlikleri ortadan ikiye bölmek için… Gidip kendimi bir çelik fabrikasında, jilet yaptım. Bilekten bileğe dolaşabilmek, intikam alabilmek için.
Ben kim miyim? Eskiden keyfinizce kullandığınız, acıttığınız bir gemi….
Yorum Bırakın