René Magritte’ten Günümüze ''İmgelerin İhaneti''

René Magritte’ten Günümüze ''İmgelerin İhaneti''
  • 1
    0
    0
    0
  • (…)kelimeler aldatıcıydı; kelimeler bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.

     

    Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

     (…) kalbimden ona da bir yaprak açardım. Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor. ''Kelimeler, albayım, hangi anlamlara gelmiyor? Efendim? '' ''KELİMELER!'' Albayım. Hangi anlamda kullanıyoruz onları? ''Hangi kelimeler Hikmet?'' Sizi neden yanımda dolaştırıyorum bilmem ki?
    ''Bütün kelimeler, genel anlamda kelime.''
     ''Ne demek istiyorsun oğlum?''
     ''Kelimeler canım işte. Mesela kelebek.''
    ''Ne kelebeği?''
    ''Kelebek canım, bildiğimiz kelebek.'' Ellerini açtı, kapadı.
    ''Ha o kelebek mi?''
    ''Evet, o kelebek.''
    ''Kelimenin aslı mı nereden geliyor?''
    Bu soruya tutunalım bari hiç olmazsa: ''Evet.''
    ''Bilmiyorum.’’

    Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay

         Oğuz Atay, postmodernist romancımız, Türk edebiyatında yer etmiş, özellikle Tutunamayanlar romanıyla Türk romanını dünya çağdaş romanlarıyla aynı hizaya getirmiş ve yetkinlik kazandırmış bir yazarımızdır. Alıntılarda bahsettiği; kelimelerin aldatıcılığı, bizi gerçeklerden uzaklaştıran bir tuzak olduğu ve her anlama gelmediğini daha öncesinde Belçikalı sürrealist avangart ressam René Magritte, (René François Ghislain Magritte) ‘’İmgelerin İhaneti’’ (Fransızca: La trahison des images) tablosuyla 1929 yılında ortaya atmıştır. 

     

    Magritte, bu tabloda pipo resmini çizmiş ve altına ‘’Ceci n’est pas une pipe.’’ (Bu bir pipo değildir.) yazmıştır. Garip olan ise adeta ilkokul panolarında görülen, üzerinde resim altında ise resmin ifade ettiği kavramın yazdığı bir yazı olması gerekirken üzerindeki resmin aslında o olmadığını ifade eden bir yazı olması. Bu ifadenin açılımı ise Fransız filozof ve eleştirmen Michel Foucault, aynı isimli kitabı ‘’Bu Bir Pipo Değildir’’de şu şekilde yapar: ‘’Bu bir pipo değildir, pipo resmidir.’’ Neden böyle bir ayrıma gittiğini ise şu şekilde cevaplar: ‘’Bu duvarda gördüğünüz pipoyu içine tütün koyup yakabilir misiniz?’’ Kelimelerin veya imgelerin gönderimde bulundukları şeyleri tam olarak içine almadıklarını yani aynı şeymiş gibi gözükse de aslında aynı şey olmadığını söyler. Burada Oğuz Atay’ın ‘’Kelimeler, albayım, bazen aynı anlamlara gelmiyor.’’ ifadesini daha iyi anlıyoruz. 
       Bu imgelerle ilgili yalnızca Michel Foucault değil John Berger da ‘’Görme Biçimleri’’ belgeselinde – sonradan kitaplaştırıldı-  ilgilendi. Berger daha çok imgelerin aldatıcılığı üzerine düşündü. Yine Magritte’in başka bir tablosu üzerinde durmak bunu daha iyi açıklayacak. Bu tablo da ‘’Düşlerin Anahtarı’’ tablosudur.

      

    Bu tabloda da yine üstteki resimden farklı biçimde altta yazılan anlamı görmekteyiz. Berger da bunu sözcüklerle nesnelerin arasındaki uçurum olarak nitelemiştir. Örneğin ayakkabı resminin altında ‘’Ay’’ , çekiç resminin altında ise ‘’Çöl’’ yazar. Hatta Berger bunu daha ileri taşır ve bu imgelerin reklamlara benzediğini, reklamların gerçekle bağlantısı olmadığını şu sözlerle ifade eder : 
    “Tüm dünya reklamlarda sözü edilen güzel yaşamın gerçekleştirebileceği yer olarak sunulur. Dünya bize gülümser. Kendini sunar bize. Ne var ki her yer kendini bize böyle cömertçe sunduğundan, bu yerlerin hepsi birbirinin aynı olup çıkar sonunda. (…) Reklamların dünyayı yorumlayışıyla dünyanın aslında içinde bulunduğu durum arasındaki uyuşmazlık apaçık ortadadır. Bu uyuşmazlık zaman zaman, haber öyküleri yayınlanan renkli dergilerde açıkça görülür. (…) Böylesi bir uyuşmazlığın yarattığı sarsıntı oldukça büyüktür. Gösterilen iki dünyanın bir arada gerçekten var olmalarından değil bunları alt alta koyan ekinin aldırmazlığından geliyor bu sarsıntı.” 
       Son olarak Berger’a benzeyen fikirleriyle Sloven sosyolog ve filozof Slavoj Žižek’in ideoloji gözlüğü ve reklamcılıkla ilgili çarpıcı fikirlerinden bahsedeceğim. Zizek, bir filmden alıntı yapar ve durumu film üzerinden çözümlemeye çalışır. Filmin ismi They Live. Film 1988 yılında John Carperter tarafından yazıldı ve yönetildi.  Filmde John Nada isimli birinin hikayesi anlatılmaktadır. Nada, Los Angeles’ta yaşayan evsiz biridir, terk edilmiş bir kiliseye girer ve güneş gözlükleriyle dolu bir kutu bulur. İçerisinden birini takar ve sokağa tekrar çıkar. Değişik bir durum olduğunu fark eder. Bu gözlük ideoloji eleştirisi gözlüğüdür. Yani herhangi bir reklam panosuna gözlüksüz baktığında reklamın kendisini görürken gözlüğü takıp baktığında verilmek istenen gerçek mesajı görür. Örneğin bir tatil reklamı panosuna gözlükle beraber baktığında beyaz zemin üzerine siyah yazıyla sadece ‘’Evlen ve çoğal.’’ yazısı vardır. Herhangi bir satış reyonunda görünen yazı ise ‘’İtaat et, Satın al, Düşünme…’’ gibi yazılardan oluşur, paranın üzerine baktığında ise ‘’Bu senin Tanrın.’’ yazmaktadır. Zizek bunun görünürdeki özgürlüğü sürdüren görünmez emir olduğunu söyler.
      
     

    İlerleyen sahnelerde Nada’nın en yakın arkadaşına bu gözlüğü zorla taktırmak istediğini görüyoruz. Bu ideolojinin dışına çıkmak sancılı bir deneyimdir. Arkadaşı gözlüğü takmamakta ısrarcıdır. Çünkü adam bu yalanla yaşadığının son derece farkındadır ve doğruyu tercih etmemektedir. Zizek adeta Magritte’ten Foucault’ya oradan Berger’a kadar İmgelerin nasıl ihanet ettiğine dair özetlermişçesine şunları söyler: ‘’Refahın ya da herhangi bir şeyin kendiliğindenlik hissine öylece güvenirseniz asla özgür kalamazsınız. Özgürlük acıtır!’’

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.