Aşk dediğimiz şey gerçekten içimizden gelen saf bir his midir, yoksa bizi yöneten daha derin, daha çıkarcı bir güç müdür? Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği’nde bu soruyu cesurca ortaya koyar ve alıştığımız duygusal anlatıların ötesine geçer.


“Bütün yaşamsal birlikteliğin anlaşılırlığı, istencin yaşama olan yatkınlığıdır. Yalnız başına bu bizi bitirebilir; bütün istençlere kıyan, onu yok eden şey bizdeki nesnel görünümünü terk eden intiharımız değildir.”


Arthur Schopenhauer’a göre aşk, bireyin gözünde ne kadar romantik, duygusal ya da tutkulu görünürse görünsün, gerçekte çok daha soğukkanlı ve nesnel bir amaca hizmet eder: türün devamı. Ona göre aşkta asıl aktör, bireyin bilinçli arzuları değil, doğanın türü sürdürme içgüdüsüdür. Yani aşık olduğumuzu düşündüğümüzde, aslında kendi mutluluğumuzu değil, neslin sağlıklı devamını garanti altına almaya çalışıyoruz. İlginç olan, biz bunun farkında bile değiliz; doğa, bireyi kendi planına uygun şekilde yönlendiriyor.





Schopenhauer, aşkın altında yatan bu biyolojik mekanizmanın, insanın eş seçiminde kendini belli ettiğini söyler. İnsan, yalnızca güzelliğe ya da karakter uyumuna kapılmaz; bilinçsizce, kendisinin eksiklerini tamamlayacak bir eşe yönelir. Kısa birinin uzun birine, ince yapılı birinin daha kalın yapılı birine çekilmesi, aslında daha dengeli, daha güçlü nesiller üretme içgüdüsüdür. Romantik idealin arkasında, türün çıkarını gözeten bir biyolojik hesap vardır. Bu düşünce insanı biraz rahatsız eder; çünkü aşkta kendimizi özgür sanırken, aslında içimizde işleyen programlar mı bizi harekete geçiriyor?






Bireyin aşkta hissettiği bağlılık ve fedakârlık, Schopenhauer’a göre, kendi çıkarını aşan bir şeydir. İnsan, aşk yoluyla kendini unutur, başka birinin iyiliği ve mutluluğu için kaygılanır. Bu yüceltilmiş fedakârlık hali, aslında türün hizmetinde bir içgüdüden başka bir şey değildir. Aşk, dostluktan bu yüzden ayrılır; çünkü dostlukta bireyler arasında saf bir bağ vardır, aşk ise daima türün devamına hizmet eden bir mekanizmadır. Burada düşündürücü bir detay var: Aşka yüklediğimiz anlamlar, şarkılar, şiirler, filmler… Tüm bunlar, aslında doğanın içgüdüsel planını süslemekten başka bir işe yaramıyor olabilir mi?







"Aşık olan herkes sonunda zevke ulaştıktan sonra olağan dışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır; ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir."


Schopenhauer, aşkın heteroseksüel yönelimi vurgulamasını da bu biyolojik açıklamanın bir parçası olarak görür. Ona göre doğa, yalnızca doğurganlık yoluyla nesli sürdürebilir, bu yüzden aşk da çoğunlukla bu yönde şekillenir. Burada ahlaki veya toplumsal bir yargı yoktur; yalnızca doğanın türü devam ettirme planı vardır. Yine de bu bakış, aşkın sadece biyolojiye indirgenip indirgenemeyeceğini düşündürür. İnsan, yalnızca doğanın yönlendirdiği bir varlık mıdır, yoksa biyolojik eğilimlerinin üstüne kendi kültürel ve kişisel anlamlarını da ekler mi?






Kadın ve erkek arasındaki farklara geldiğimizde, Schopenhauer’ın görüşleri bugünün okuru için biraz tartışmalıdır. Kadınların sadakat ve güvence arayışını, çocuk yetiştirme sorumluluğuyla açıklar; erkekler ise biyolojik olarak daha çok partner arayışına yatkındır. Bu bakış açısı, bir yandan doğaya dayandırıldığı için “doğal” gibi sunulurken, öte yandan günümüz eşitlik ve özgürlük anlayışlarıyla çelişir. Toplumsal değişimler ve bireysel tercihler, doğanın bu biyolojik programını aşabilmiş midir? Yoksa hâlâ, modern maskeler arkasında aynı biyolojik oyunu mu oynuyoruz?






Sonuçta Schopenhauer, aşkı bireyin özgürlüğünden koparır ve türün hizmetinde bir içgüdüye indirger. Biz aşık olduğumuzu, birini tutkuyla seçtiğimizi sanırken, aslında tür, bizden bağımsız bir plan yürütmektedir. Bu bakış insanı hem sarsar hem de düşündürür. Aşk, gerçekten sadece bir biyolojik zorunluluk mu? Yoksa birey, içgüdülerinin üstüne kendi anlam dünyasını, bilinçli tercihlerini ve hatta aşkın estetik boyutunu da ekleyebilir mi? Schopenhauer’ın çizdiği tablo sert ve çıplaktır; ama tam da bu yüzden, romantik hayallerle örülü aşk anlayışımızı sorgulamaya çağırır.



Düşünürün sözleri, aşkı yalnızca arzuların akını, umutların ve korkuların tuzağı olarak gösteriyor. Eğer arzulara teslim oldukça kalıcı bir mutluluk ya da huzura ulaşamayacaksak, o zaman aşkın peşinden gitmek bize ne kazandırır? Belki de asıl soru, arzuların ötesinde bir anlam bulup bulamayacağımızdır...