90’ların ortasında Sacramento’da dört genç vardı; gözleri uykusuzluktan kan çanağı, parmak uçları tellere ve bagetlere alışmaktan nasır tutmuş, sırt çantalarında ise kasetlerle dolu bir dünya taşıyorlardı. Chino Moreno, Stephen Carpenter, Abe Cunningham ve Chi Cheng… ya da bizim bildiğimiz adıyla Deftones. Grubun adı da aslında kendi müziklerinde olduğu gibi iki farklı dünyanın çarpışmasından doğmuştu. Stephen Carpenter’ın anlattığına göre “Deft” kelimesi, “usta, çevik” anlamını taşırken; “Tones” ise 50’lerin sonu 60’ların başındaki doo-wop ve soul gruplarına bir gönderme. Yani kelimeyi parçalarına ayırınca hem modern, teknik bir yetkinlik hem de eski zamanların melodik, sıcak havası bir araya geliyor. Carpenter, “İsmimiz kulağa hem keskin hem de yumuşak geliyor, tıpkı müziğimiz gibi” derken, aslında Deftones’un o sertlik ve melodi dengesini daha adından itibaren kurduğunu fark ediyorsunuz.
İlk albümleri Adrenaline’ı 1995’te çıkardıklarında, henüz kimse onların nu-metal tabelasına asla tam olarak sığmayacaklarını bilmiyordu. O dönemde MTV’de dönen klipler, baggy pantolonlar, skateboard videoları ve rap-metal vokal geçişleri nu-metal’i popüler kültürün göbeğine yerleştirmişti. Korn, Coal Chamber, Limp Bizkit gibi gruplar yükseliyor; sert rifflerle hip-hop groove’unu birleştiren her grup “nu-metal” etiketiyle pazarlanıyordu.
Ama Adrenaline’ın ardından gelen iki yıl, Deftones için hem müzikal hem de kişisel anlamda yoğun bir sınav gibiydi. Grup, albümün getirdiği ivmeyle Amerika ve Avrupa’yı kapsayan uzun turnelere çıktı; kimi zaman Korn ve White Zombie gibi devlerle aynı sahneyi paylaştılar, kimi zaman ise ter kokan, 200 kişilik kulüplerde çaldılar. Chino o dönemi “Her gün ya bir sahnedeydik ya da bir minibüsün koltuğunda uyuyorduk” diye anlatıyor. Sürekli yolda olmak, yorgunluk, bitmeyen parti ortamları ve gençliğin verdiği taşkınlık, aralarındaki kimyayı daha da sıkılaştırdı ama aynı zamanda gerginleştirdi de.
Bu süreçte grup, Adrenaline’ın ham, doğrudan enerjisinden uzaklaşıp daha katmanlı bir sound arayışına girdi. Stephen Carpenter, yeni şarkılar için gitar tonlarını genişletmeye, akor geçişlerinde daha deneysel olmaya başladı. Abe Cunningham ise davullarında hip-hop’tan ilham alan groove’ları punk enerjisiyle birleştirmeye odaklandı. Chino’nun vokalleri ise artık sadece bağırmakla kalmıyor; fısıltı, melodik söyleyiş ve çığlık arasında dramatik geçişlerle şarkılara sinematik bir hava katıyordu. Chi Cheng’in basları da bu dönüşümün omurgası oldu; sertliğin altını dolduran ama gerektiğinde geri çekilerek atmosfer yaratan bir karakter kazandı.
Bu iki yıl, Deftones’un “nu-metal grubundan fazlası” olduğunu kanıtlayan dönemdi. Hem sahne deneyimi hem de grup içindeki kimya, onları 1997’de stüdyoya girdiklerinde çok daha cesur ve özgün bir albüm yapmaya hazırlamıştı. Yine Adrenaline’da olduğu gibi prodüktör koltuğunda Terry Date vardı ama bu kez hedef, sadece enerjiyi yakalamak değil; onu daha yoğun, daha sinematik bir forma dönüştürmekti. Sacramento’dan çıkıp Seattle’daki Studio Litho’ya yerleşen grup, aylar süren kayıt maratonunda hem birbirini hem de şarkılarını daha derinlemesine tanıdı. Chino’nun dediği gibi, “Her şey daha büyük, daha sert, ama aynı zamanda daha duygusal olmalıydı.” İşte Around the Fur, bu arayışın hem terini hem de nefesini içinde barındıran bir kayıt olarak ortaya çıktı.
O dönemde nu-metal hala yükselişteydi, ama Deftones artık sadece o sahnenin bir parçası olmak istemiyordu. Düşük akortlu gitarlar, groove odaklı davullar, sert vokaller… Evet, bunlar onların müziğinde hala vardı; fakat Around the Fur ile birlikte bu unsurlar, daha geniş bir duygusal yelpazeye yayılmaya başladı. Chino’nun fısıltıya varan sakin vokalleri ile aniden patlayan çığlıkları arasındaki geçişler, dinleyiciye yalnızca öfke değil; arzu, kırılganlık, huzursuzluk ve bazen de o hiçbir kelimeyle anlatılamayan boşluk hissini taşıyordu. Stephen Carpenter’ın gitarlarıysa artık sadece riff atmıyor; reverb’le genişletilmiş, adeta duvar gibi yükselen ses manzaraları yaratıyordu. Abe Cunningham davullarda “vur ve geç” mantığından çok, şarkının içinde bir nefes ritmi arıyor; Chi Cheng’in basları ise hem sertliğin omurgası hem de sessizlik anlarının görünmez bir tansiyon hattı haline geliyordu.
Bu yüzden “nu-metal” etiketi onlara yapışmış olsa da, Around the Fur aslında o etiketin zincirlerini kırmaya çalışan bir albümdü. Chino’nun bir röportajında söylediği gibi:
“Bizi belli bir türe hapsetmeye çalıştıklarında bundan nefret ediyorum. Çünkü biz sadece sert bir grup değiliz, biz hislerimizi her haliyle ifade eden bir grubuz.”
Bu cümle, albümün sertlik ve melankoli dengesini anlamak için yeterli bir özet gibi.
Albümün ismi de bu yaklaşımı birebir yansıtıyordu. Chino yıllar sonra “Fur… yani deri, post… dış yüzey, cazibe, dokunuş… Bizim anlattığımız şey o yüzeyin etrafında dönen dürtüler, arzular, gerilimlerdi” diye açıklayacaktı. Yani burada sözünü ettiği şey sadece fiziksel bir temas değildi; bir yüzeyin, bir cazibenin altında saklanan gerilim, tatminsizlik ve bazen çürümeye yüz tutmuş bir gerçeklikti. Around the Fur, aslında bir metafor: dışarıdan parlak ve pürüzsüz görünen bir şeyin, derinin hemen altında bambaşka bir hikâye barındırması.
Ve tabii kapağı unutmak olmaz. Sacramento’da bir arkadaşlarının partisinde çekilen o meşhur kare… Rick Kosick’in fisheye merceğiyle yukarıdan baktığı bir an: ter damlaları, alkolün gözlerde bıraktığı cam gibi parıltı, ani bir gülüş. Mekânın neresi olduğu bile belirsiz; bir otel odası, mutfak ya da küçük bir apartman salonu olabilir. Ama önemli olan, o anın geçiciliği. Chino yıllar sonra “Açıkçası kapağı pek sevmiyorum, ama o anı yakalayan bir dürüstlüğü var” diyecekti. Gerçekten de fotoğraf şok etmek için değil, o geceyi yaşatmak için orada. Ter, sisli ışık, anlık coşku… Hepsi albümün ruhuyla birebir. Around the Fur’un müziği de tıpkı o kare gibi: coşku, öfke, arzu ve ertesi sabahın yorgunluğu—hepsi tek bir gecede yaşanmış gibi, hızlı, yoğun ve unutulmaz.
Tüm bu arka plan, Around the Fur’un nasıl bir albüm olacağını daha ilk notalardan belli ediyordu. Açılış parçası “My Own Summer (Shove It)”, adeta bu yeni dönemin manifestosu gibiydi: ağır, tehditkâr riffler; basın karanlık bir gölge gibi ilerleyişi; Chino’nun hem fısıltıyla hem de çığlıkla kurduğu o gerilim… Sanki dinleyiciye “Hazırlan, birazdan dalga üzerimize yıkılacak” diyen bir açılış. Ve evet, albümün geri kalanı da tam olarak böyle—sürekli yükselen, patlayan ve bir anda geri çekilen bir enerji.
1. My Own Summer (Shove It)
Albüm, Deftones’un belki de en ikonik açılışlarından biriyle başlıyor. 1997’de single olarak yayımlandığında, MTV’de sürekli dönen klibiyle grubu geniş kitlelere tanıttı—hatırlayanlar için o köpekbalıklı sahneler hala akıllardadır. Chino Moreno, şarkının hikâyesini bir röportajda şöyle anlatmıştı:
“Seattle’da, sürekli yağmur yağan gri bir günde yazmak istedim. Bir anda havanın açmasını istiyorsun ama olmuyor. ‘Shove It’ aslında güneşi kendi üstünden itmek gibi bir his.”
Yani ironik bir yaz şarkısı—adı “kendi yazım” olsa da, içindeki enerji karanlık ve tehditkâr.
Müzikal olarak parça, hemen Stephen Carpenter’ın düşük akortlu gitarıyla açılıyor. Riff, hem yalın hem de ezici; Abe Cunningham’ın davulları ise şarkının başındaki sakinliği patlamaya hazırlayan bir nabız gibi. Chino’nun fısıltıya yakın, adeta dişlerinin arasından çıkan “Hey you, big star” girişi, şarkının en ikonik anlarından biri. O sakinlik, nakarata gelince bir duvar gibi çöküyor: “Shove it, shove it, shove it!”—üç tekrarla gelen bu agresyon, hem söz hem melodi olarak dinleyiciyi sarsıyor.
Sözlerdeki “My own summer” ifadesi, kişisel bir alan yaratma isteğini, dünyadan kopma arzusunu sembolize ediyor. Özellikle 90’ların ortasında turne yorgunluğu, medya baskısı ve nu-metal sahnesinin gürültüsü içinde Deftones’un yaşadığı izolasyon hissi, bu şarkının atmosferine birebir yansımış. Chino, “Bazen kendi kabuğuma çekilip kimseyle konuşmak istemiyorum” diyerek bunu açıkça dile getirmişti.
Şarkı, albümün geri kalanında da bolca göreceğimiz dinamik kontrastın ilk örneği: fısıltıdan çığlığa, sakinlikten patlamaya, karanlıktan öfkeye. Böyle bir açılış, dinleyiciye Around the Fur’un sert ama çok boyutlu bir yolculuk olacağının garantisini veriyor.
Hey you, big star
Tell me when it’s over
Clouds are shrouding us in moments unforgettable
2. Lhabia
Lhabia, adını gruba yakın bir arkadaşlarının kullandığı takma addan alıyor. Chino Moreno, bu şarkının adının “çok da derin bir anlamı olmadığını” söylemiş olsa da, parçanın atmosferi bambaşka bir hikâye anlatıyor. Şarkı sözleri, bastırılmış öfke ve bir türlü bitmeyen bir çekişme üzerine kurulu. “Here’s my message to you” ile başlayan nakarat, sanki dinleyiciye değil de belli bir kişiye — belki eski bir arkadaş, belki bir sevgili — fırlatılmış bir uyarı gibi.
Müzikal olarak şarkı, Stephen Carpenter’ın sert ama akıcı riff’leriyle başlıyor. Bu riff, nu-metal’in groove hissini taşısa da, Deftones’un dokusu onu daha tehditkâr bir hale getiriyor. Abe Cunningham’ın davulları, şarkının verse kısımlarında adeta “bekle, birazdan patlayacağız” hissini pompalıyor. Chi Cheng’in bası ise düşük frekansta sürekli bir gerginlik yaratıyor, ki bu gerginlik nakarat geldiğinde tamamen boşalıyor.
Chino’nun vokal performansı burada klasik Deftones dinamiğini gösteriyor: sakin, alaycı bir tondan aniden bağırmaya geçiş. Bu “whisper-to-scream” tekniği, özellikle “Here’s my message to you” kısmında maksimum etkiyle kullanılıyor. Röportajlarda Chino, bu şarkının “konfrontatif” (yüzleşmeci) bir tarafı olduğunu ve stüdyoda kaydederken resmen karşısındaki hayali birine bağırdığını söylemişti.
Lhabia, albümün başındaki “My Own Summer”ın karanlık intro’sundan sonra dinleyiciyi tamamen sert bir moda sokuyor. Bir anlamda, Around the Fur’un “bu albüm sert olacak, ama başka duygular da var” mesajını ikinci şarkıda veriyor. Bu yüzden underrated olsa da konseptte önemli bir köprü işlevi görüyor.
Somewhere between the dirt and sky
I lay still, hearing my message to you
In the quiet, I wait
3. Mascara
Lhabia’nın öfke dolu enerjisinden sonra albüm bir anda frene basıyor ve Mascara ile bambaşka bir ruh hâline geçiyor. Bu, Around the Fur’daki en yavaş ve belki de en içe dönük parçalardan biri. Chino Moreno’nun vokali burada fısıltı ile şarkı söyleme arasındaki ince çizgide dolaşıyor; neredeyse dinleyicinin kulağına bir sır fısıldıyor gibi. Şarkının başından sonuna kadar devam eden bu minimal yaklaşım, albümün genel sert dokusunun içinde bir nefes alma alanı yaratıyor.
Sözler, basit görünüyor ama alt metinde yoğun bir duygusal gerilim var. Chino, bir röportajda Mascara’nın “doğrudan bir aşk şarkısı olmadığını, daha çok obsesyon ve hayranlık arasında gidip gelen, hatta biraz da karanlık bir his” üzerine kurulu olduğunu söylemişti. “I feel soon I will sink into you / What do you think?” gibi dizeler, hem teslimiyet hem de tehlikeli bir çekim barındırıyor. Dinlerken bu sözler, romantizmin rahatlatıcı kısmından çok, onun boğucu tarafını hissettiriyor.
Müzikal olarak Mascara, Deftones’un “sessizlik ile ağırlık” arasındaki dengesi için iyi bir örnek. Stephen Carpenter’ın gitarları burada neredeyse tamamen geri planda, birkaç nota ve akor uzaması dışında şarkıya eşlik ediyor. Abe Cunningham’ın davulları da minimal; çoğu yerde yalnızca basit vuruşlar ve hi-hat tıkırtılarıyla bir ritim hissi yaratıyor. Chi Cheng’in bası ise şarkıya loş bir renk katıyor—öyle ki, parçayı baştan sona basın titreşimi taşır gibi hissediyorsun.
Bu şarkının asıl etkisi, albümün ortasındaki yoğunluk için zemini hazırlaması. Mascara, dinleyiciyi sakinleştirirken aynı zamanda bir gerilim hattı da kuruyor. Chino’nun vokalinde sürekli hissedilen bir “patlama eşiği” var, ama şarkı hiçbir zaman tam anlamıyla patlamıyor. İşte bu bekleyiş, Around the Fur’daki dramatik dinamizmin önemli bir parçası.
There’s still blood in your hair
And I’ve got the bruise on my lip from kissing you
This is love, I swear
4. Around The Fur
Albümün adını taşıyan bu parça, Around the Fur’un sert ama baştan çıkarıcı karakterini en doğrudan yansıtan şarkı. Chino Moreno, bu parçanın ve albüm isminin kökeniyle ilgili yıllar sonra şöyle demişti:
“Fur… yani deri, post… dış yüzey, cazibe, dokunuş… Bizim anlattığımız şey o yüzeyin etrafında dönen dürtüler, arzular, gerilimlerdi.”
Bu bakış açısı, şarkının sözlerinde de kendini belli ediyor: dışarıdan bakıldığında parlak, çekici ve yüzeysel bir dünyanın altında yatan daha kirli, daha gerçek duygular.
Müzikal olarak şarkı, albümün önceki parçalarındaki groove hissini daha hızlandırılmış, daha saldırgan bir formda sunuyor. Stephen Carpenter’ın gitarları düşük akortla boğuk ama keskin, adeta jilet gibi riff’ler atıyor. Abe Cunningham burada enerjisini sonuna kadar ortaya koyuyor; trampet vuruşları ve crash patlamalarıyla parçaya sürekli bir ileri itiş sağlıyor. Chi Cheng’in bası ise şarkıya neredeyse endüstriyel bir yoğunluk katıyor, böylece parçanın sertliği alt frekansta da hissediliyor.
Sözlerdeki tensel referanslar, hedonist bir gece hayatı imgesine yaslanıyor. “You're on the way up, it's time to f***” gibi satırlar, gençlik enerjisinin kontrolsüz, patlayan doğasını ortaya koyuyor. Chino’nun burada kullandığı vokal tarzı—yarı alaycı, yarı öfkeli—şarkının hem baştan çıkarıcı hem de tehlikeli atmosferini güçlendiriyor. Bir yandan davetkâr, bir yandan itici; bu çelişki, albümün tematik omurgasının da bir özeti.
Chino, bu şarkıyı yazarken aslında “hedonizm ile rahatsızlık arasındaki çizgiyi” keşfetmek istediklerini söylüyor. Partiler, içki, çekim… ama aynı zamanda içten içe hissedilen huzursuzluk. Müzik de bu dualiteyi destekliyor: riff’ler ve davullar sert bir ileri ivme yaratırken, vokal melodisi çoğu yerde sarkık, hatta biraz dağınık—sanki o anki sarhoş bir ruh hâlini yansıtıyor.
Around the Fur, albümün adını taşıdığı için sadece bir şarkı değil; tüm bu dönem Deftones’unu tanımlayan bir manifesto gibi. Hem fiziksel hem duygusal bir yoğunluk, hem anlık tatmin hem ertesi gün gelen boşluk… Dinledikten sonra, albümün neden bu ismi aldığını çok daha net anlıyorsun.
You’re on the way up, it’s time to fuck
You’re on the way down, I can’t look
Every step, a little closer to the fire
5. Rickets
Around the Fur’un hedonist, tensel enerjisinden sonra Rickets, adeta bir öfke patlaması gibi geliyor. Bu, albümün en hızlı, en saldırgan parçalarından biri ve Deftones’un punk köklerine en yakın duran şarkı. Stephen Carpenter’ın açılıştaki gitar riff’i, neredeyse hardcore punk’a göz kırpan bir hız ve keskinliğe sahip; Abe Cunningham’ın davulları ise sürekli ileri doğru iten, dur durak bilmeyen bir tempo yaratıyor.
Şarkının adı (“rickets”) aslında İngilizce’de kemik yumuşaması hastalığı anlamına geliyor. Burada metaforik bir kullanım var: Chino, sözlerde hem fiziksel hem de duygusal anlamda bir “zayıflık” durumundan bahsediyor. Bu, bir insana güvenip hayal kırıklığına uğrama, hatta o kişinin seni manipüle etmesine izin verme hâli gibi okunabilir. “I hope you die” gibi doğrudan, filtresiz bir cümle ise Chino’nun yazım tarzının en dürüst anlarından biri—öfkeli, kırıcı ama samimi.
Müzikal olarak Rickets, albümdeki “whisper-to-scream” dinamiğinin en kısa sürede en yoğun şekilde sunulduğu parça olabilir. Verse’lerde Chino’nun sesinde alaycı bir ton var; ama nakarata geldiğinde tamamen çığlık moduna geçiyor. Bu ani geçişler, şarkının gerilimini sürekli yüksek tutuyor. Chi Cheng’in bası burada özellikle ön planda—davul ve gitarla birlikte yürüyerek şarkının hızını ve ağırlığını dengeliyor.
Chino, bu şarkının sözlerini yazarken “özellikle birini hedef almadığını” ama o dönem içinde bulunduğu gergin ilişkilerden ilham aldığını söylemişti. Röportajlarından birinde, “Bazen sahnede bu şarkıyı söylerken gerçekten birine bağırıyormuşum gibi hissediyorum” demişti. İşte bu yüzden Rickets, hem stüdyo kaydında hem de canlı performanslarda saf öfke ve yüzleşme enerjisiyle öne çıkıyor.
Albümün temposu bu noktada zirveye ulaşmış oluyor. Rickets, Around the Fur’un en doğrudan yumruk atan şarkısı ve bir bakıma dinleyiciye “Henüz işimiz bitmedi, daha sertleşebiliriz” diyor. Bu sertlikten hemen sonra gelen Be Quiet and Drive (Far Away) ise tam bir kontrast yaratacak; albümün dinamizmini bu kadar özel yapan şey de tam olarak bu iniş-çıkış dengesi.
"I hope you die, I hope you die
And it’s not enough to just say it
I’ll sing it until my lungs burn
6. Be Quiet and Drive (Far Away)
Rickets’ın nefes aldırmayan temposundan sonra gelen Be Quiet and Drive, albümde adeta bir açık pencere etkisi yaratıyor. Bu şarkı, Deftones’un sertlik ile melankoliyi nasıl aynı potada erittiğinin en güçlü örneklerinden biri. 1998’de single olarak yayımlandığında, grup bir anda MTV’nin ağır rotasyonuna girdi ve sert müzik dinlemeyen kitlenin bile dikkatini çekti. Canlı performanslarda Chino’nun gözlerini kapatarak söylediği, sahnede neredeyse transa geçtiği bu parça, yıllar sonra bile setlist’ten düşmedi.
Şarkının hikâyesi, Chino’nun bir röportajında anlattığı üzere, bir “kaçış” teması üzerine kurulu:
“Bazen bulunduğun yerden uzaklaşmak istersin. Arabaya binip, farları açıp, arkanda kalan her şeyi silmek gibi… Bu şarkı tam olarak o anı anlatıyor.”
Ama bu kaçış, fiziksel bir yer değişimi olmaktan çok, zihinsel bir özgürleşme isteği. Dinleyiciye de, kendi hayatındaki sıkışmışlıklardan kurtulma hayalini hatırlatıyor.
Müzikal olarak şarkı, Stephen Carpenter’ın geniş reverb’lü, delay ile uzayan akorları üzerine inşa edilmiş. Bu gitar tonları, parçaya hem boşluk hissi hem de sinematik bir genişlik veriyor. Abe Cunningham burada davulları geri planda tutarak şarkının nefes almasına izin veriyor; ama nakarata yaklaşırken tempoyu hafifçe yükselterek bir hareket duygusu yaratıyor. Chi Cheng’in bası ise bu geniş atmosferin altını dolduruyor; bas notaları, gitarın bıraktığı boşlukta adeta yavaşça dalgalanıyor.
Chino’nun vokali, şarkının duygusunun anahtarı. Verse’lerde sakin, neredeyse mırıldanır gibi; nakaratta ise daha açık, ama yine de bağırmadan, bir tür bastırılmış coşkuyla söylüyor: “Be quiet and drive, far away.” Buradaki “be quiet” ifadesi, hem huzur isteği hem de içsel gürültüyü susturma çabası olarak okunabilir.
Sözlerdeki basitlik, şarkının evrenselliğini artırıyor. Dinleyici, kendi “far away” hayalini bu satırların içine yerleştirebiliyor. İşte bu yüzden şarkı hem sert müzik dinleyenlere hem de daha alternatif/indie tatlar sevenlere hitap ediyor.
Albümdeki yerleşimi de manidar: Rickets’ın patlamasından sonra gelen Be Quiet and Drive, dinleyiciye bir nefes aldırırken aynı zamanda albümün “sertlik + atmosfer” dengesini kusursuz şekilde gösteriyor. Bir bakıma, Around the Fur’un ruhunu tek bir parçada özetliyor.
It feels good to know you’re mine
I don’t care where, just far
Far away from here
7. Lotion
Be Quiet and Drive’ın atmosferik huzurundan sonra Lotion, dinleyiciyi tekrar kaotik ve yoğun bir dünyaya çekiyor. Bu parça, albümdeki en karanlık ve agresif parçalardan biri olmasının yanı sıra, Chino’nun vokal performansındaki en uç örneklerden birini barındırıyor. Burada fısıltıdan bağırmaya geçişler sadece dinamik bir tercih değil; adeta şarkının anlatısının bir parçası.
Şarkının sözleri oldukça soyut, ama arka planda bir konfrontasyon (yüzleşme) ve manipülasyon teması var. Chino, bir röportajda Lotion’ın belli bir olaya dayalı olmadığını, ancak “rahatsız edici bir enerji” yaratmak istediğini söylemişti. “I’ve been addicted to the story of a man” gibi satırlar, takıntılı bir zihnin parçalı düşüncelerini andırıyor. Bu bilinç akışı tarzındaki söz yazımı, dinleyiciye net bir hikâye sunmaktan çok, bir ruh hâli hissettiriyor.
Müzikal olarak şarkı, Stephen Carpenter’ın sert, palm mute’lu riff’leriyle açılıyor. Riff’in temposu orta hızda ama çok baskın; Abe Cunningham’ın trampet vuruşları ve crash patlamaları, parçaya saldırgan bir nabız kazandırıyor. Chi Cheng’in bası burada yine belirleyici bir rol oynuyor; düşük frekanslı, çamurlu tonu şarkıya hem ağırlık hem de karanlık katıyor.
En dikkat çekici unsur ise Chino’nun vokal performansı. Verse’lerde sakin, neredeyse soğuk bir tonla söylüyor; bu soğukkanlılık, nakaratta bir anda vahşileşiyor. “I’ve been addicted…” kısmında gelen çığlıklar, şarkının atmosferini tamamen değiştiriyor. Bu geçişler, albümün genelinde gördüğümüz “sessizlikten patlamaya” dinamiğinin çok yoğun bir versiyonu.
Lotion, albümün ikinci yarısına keskin bir giriş yaparak, Around the Fur’un sadece bir ruh hâline değil, bir gerilim filmine de benzeyen tarafını öne çıkarıyor. Şarkı bittiğinde, dinleyici tekrar sertlik moduna girmiş oluyor—ve bu enerji bir sonraki parçada da devam ediyor.
I feel sick, I feel sick
But I can’t stop breathing you in
Your skin is the only cure
8. Dai the Flu
Albümün belki de en “garip” başlığa sahip şarkısı olan Dai the Flu, Around the Fur’un yüksek enerjisini korurken groove açısından en dikkat çekici parçalardan biri. Şarkı isminin doğrudan bir anlamı yok; Chino Moreno bir röportajda bunun “kulağa hoş gelen anlamsız bir kelime oyunu” olduğunu söylemişti. Ancak sözlerdeki öfke, kopukluk ve tuhaf imgeler, bu başlığın bilinçli bir şekilde anlamdan çok his yaratmaya odaklandığını gösteriyor.
Liriklerde, Chino’nun alışıldık bilinç akışı yaklaşımı devam ediyor. Parçanın sözleri tam olarak lineer bir hikâye anlatmıyor; daha çok parçalı görüntüler, ani duygusal patlamalar ve kırık ifadelerden oluşuyor. Bu tarz, dinleyiciye “birinin zihninin içinde aniden beliren görüntüleri” izliyormuş hissi veriyor. “You’re just a copy of me” gibi satırlar, kendine yabancılaşma ve karşısındaki kişide kendi karanlık tarafını görme temalarını ima ediyor.
Müzikal olarak Dai the Flu, albümdeki en dans edilebilir groove’lardan birine sahip. Stephen Carpenter’ın gitarı, sert ama ritmik; palm mute’lu riff’ler, Abe Cunningham’ın davuluyla kusursuz şekilde kilitlenmiş. Abe burada klasik nu-metal “bounce” hissini alıp daha karmaşık vuruşlarla süslüyor. Chi Cheng’in bası ise bu groove’un merkezinde; öyle ki, şarkı boyunca bas gitar, adeta davulla gitarın arasında bir yapıştırıcı rolü üstleniyor.
Chino’nun vokalleri ise burada çok katmanlı: Verse’lerde sakin ve alaycı, pre-chorus’ta tehditkâr, nakaratta ise tamamen çığlık modunda. Bu üçlü geçiş, şarkıya hem gerginlik hem de sürekli değişen bir enerji veriyor. Özellikle nakaratın agresifliği, Lotion’dan gelen o sert atmosferi burada da canlı tutuyor.
Canlı performanslarda Dai the Flu, mosh pit’lerin en hareketli anlarından biri olurdu. Sert ama ritmik yapısı, izleyiciyi hem zıplatır hem de çılgınca kafa sallatır. Albümdeki yeri de kritik: tam ortada, enerji seviyesini yukarıda tutan bir merkez parça gibi.
You’re just a copy of me
Nothing more, nothing less
And it’s killing us both
9. Headup
Around the Fur’un en agresif, en fiziksel parçalarından biri olan Headup, sadece müzikal sertliğiyle değil, arkasındaki hikâyesiyle de albümün en özel şarkılarından. Bu parça, Deftones’un o dönemki dostluğu ve ortak enerjisiyle beslenen bir iş birliğinin ürünü. Konuk vokalde Max Cavalera (Sepultura, Soulfly) yer alıyor ve bu durum, şarkının hem ses hem de ruh olarak bambaşka bir noktaya taşınmasını sağlıyor.
Şarkının yazılış hikâyesi oldukça duygusal. 1996’da Max Cavalera’nın üvey oğlu Dana Wells, genç yaşta trajik bir kazada hayatını kaybetti. Chino Moreno ve Max Cavalera, bu kaybın ardından birlikte vakit geçirirken, hissettikleri öfke ve yası bir şarkıya dönüştürmeye karar verdiler. Chino, yıllar sonra “Bu şarkı tamamen acının, öfkenin ve hayatta kalma güdüsünün patlaması” diye açıklamıştı. Max Cavalera ise “Headup kelimesi, Dana için Soulfly kelimesini yaratmama ilham verdi” diyerek bu şarkının kendi kariyerinde de ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştı.
Müzikal olarak Headup, albümdeki en kaotik ve yoğun parçalardan biri. Stephen Carpenter’ın gitarı burada tamamen saldırgan bir modda; palm mute’lu, hızlı ve sert riff’ler şarkının belkemiğini oluşturuyor. Abe Cunningham’ın davulları ise adeta bir savaş marşı gibi; trampet ve tom’larda sürekli bir vurucu güç var. Chi Cheng’in bası ise bu yoğunluğun altını karanlık bir tonda dolduruyor, şarkıya hem ağırlık hem de sertlik katıyor.
Vokal tarafı tam anlamıyla bir güç gösterisi. Chino Moreno’nun karakteristik çığlıkları, Max Cavalera’nın boğuk ve gür sesiyle birleşince, ortaya bir tür “iki cepheden saldırı” çıkıyor. Bu iki vokalin birbirine pas atarak ilerlemesi, şarkının gerilimini sürekli yüksek tutuyor. Nakarattaki “Headup! Headup!” tekrarları, hem bir savaş çığlığı hem de adeta dinleyiciyi mosh pit’e davet eden bir komut gibi.
Sözler, kişisel kaybın ardından gelen öfke ve direniş hissini taşıyor. Direkt bir hikâye anlatmaktan ziyade, parça duyguyu bir sel gibi dinleyicinin üzerine boşaltıyor. Chino, “Bu şarkıda gerçek anlamda terapi yaptık” derken, aslında müziğin onlar için nasıl bir iyileşme aracı olduğunu da ortaya koyuyordu.
Canlı performanslarda Headup, neredeyse bir ritüel gibi çalışırdı. Seyirciyle birlikte söylenen nakarat, sahnede adeta bir kaos seli yaratırdı. Albümün sonuna yaklaşırken gelen bu yoğunluk, Around the Fur’u bir “patlama” ile bitirmeye hazırlayan en önemli adım.
Headup! Headup!
This is your new name
Your hands are weapons now
10. MX
Around the Fur’un kapanış parçası olan MX, Deftones’un o dönemki enerjisinin hem en serbest hem de en kirli hâlini barındırıyor. Bu şarkı, klasik bir “epik albüm kapanışı” değil; daha çok, stüdyo ışıkları kapandığında, herkes biraz sarhoşken ve saatin kaç olduğu kimsenin umurunda değilken çalınan o son parça gibi.
Parçanın en dikkat çekici yönlerinden biri, kadın vokallerin varlığı. Şarkıda, Chino Moreno’nun yanı sıra grup arkadaşlarının tanıdığı ve stüdyoya davet edilen Camille (Camille Keaton değil, Sacramento çevresinden bir isim) vokal yapıyor. Bu kadın vokaller, Chino’nun hırıltılı ve yırtıcı sesinin karşısında neredeyse erotik bir kontrast yaratıyor. Diyaloglar ve karşılıklı sözleşmeler, şarkıya yarı teatral, yarı provokatif bir hava katıyor.
Müzikal olarak MX, albümün geri kalanındaki yoğunluğun daha gevşek, jamming havasında bir versiyonu. Stephen Carpenter’ın gitar tonları hala sert ama burada daha çok groove üzerine kurulu. Abe Cunningham davullarda biraz daha serbest, tempoyu gerektiğinde geri çekip gerektiğinde hızlandırarak şarkının akışını yönlendiriyor. Chi Cheng’in bası ise hem bu groove’un temelini atıyor hem de şarkının “gece yarısı” atmosferine katkı sağlıyor.
Lirikler, Deftones’un o dönemki tensel, hedonist temasına tamamen yaslanıyor. Açık göndermeler, çift anlamlı ifadeler ve yarı mırıldanma yarı çığlık vokaller, şarkıyı baştan sona bir “oyun” hissine sokuyor. Chino, bir röportajda “MX tamamen eğlence için yazıldı, ciddi bir anlamı yoktu ama kaydederken inanılmaz keyif aldık” demişti. Bu da parçanın neden bu kadar spontane hissettirdiğini açıklıyor.
Albümün orijinal baskısında MX bittikten sonra sessizlikten sonra gelen gizli bir bölüm de var. Bu bölümde, stüdyo sohbetleri, gülüşmeler ve bazen kaotik gürültüler duyuluyor. Bu, albümün genel atmosferini pekiştiriyor: Around the Fur sadece bir müzik koleksiyonu değil, aynı zamanda o dönemin Deftones dünyasına kısa süreli bir bakış.
MX, kapanışta büyük bir final yerine, “gece bitmedi, ama biz şimdilik gidiyoruz” hissi veriyor. Dinleyiciyi hem tatmin ediyor hem de tekrar başa dönme isteği uyandırıyor. İşte bu yüzden, albüm döngüsel bir enerjiyle yaşıyor: My Own Summer’ın açılış dalgası, MX’in kirli kapanışına bağlanıp yeniden patlayabiliyor.
Laughing) – Do you want me to say it?
Whisper it in your ear?
Or should I scream it until it breaks you?
Around the Fur, sadece 90’ların nu-metal patlamasının içinde parlayan bir albüm değil; aynı zamanda Deftones’un kendi kimliğini bulduğu, sınırlarını zorladığı ve tür etiketlerini parçaladığı bir dönüm noktası. Albüm boyunca sertlik ile melankoli, tensellik ile huzursuzluk, kaos ile sakinlik yan yana duruyor. Chino’nun fısıltıları ile çığlıkları, Carpenter’ın duvar gibi gitar tonları, Abe’nin hem groove hem hız sağlayan davulları ve Chi’nin karanlık, derin basları… Hepsi, 1997’nin tozlu stüdyolarından çıkıp hala kulaklarımızda çınlayan bir bütün yaratıyor.
Aradan geçen yıllara rağmen, Around the Fur hala taze, hala canlı. Belki prodüksiyon anlamında daha sonraki albümler (White Pony, Diamond Eyes) kadar sofistike değil ama tam da bu çiğlik, bu albümü eşsiz kılıyor. Burada duyduğunuz şey, sahneden yeni inmiş, üstünde teri ve gece hayatının tozu hala duran bir grubun kaydı.
Deftones, bu albümle sadece kendi diskografisinde değil, 90’lar sonu alternatif metal tarihinde de kalıcı bir yer edindi. My Own Summer’ın ikonik riff’i, Be Quiet and Drive’ın melankolik kaçışı, Headup’un acı dolu çığlığı, MX’in kirli kapanışı… Bunlar, tek tek şarkı olmaktan çıkıp bir dönemin duygusal haritasına dönüşüyor.
Ve belki de en önemlisi, Around the Fur hala aynı hisleri yaşatıyor: dinlerken hem gençliğin kontrolsüz enerjisini hem de onun ardındaki karanlık, kırılgan tarafı hissediyorsunuz. İşte bu yüzden, albüm kapağındaki o anlık gülüş gibi, Around the Fur da zamana direniyor—çünkü gerçek hisler, modası geçmiyor.
Albümü dinlemek isterseniz:
Yorum Bırakın