2001 yılının Eylül ayı… Dünya, televizyon ekranlarından canlı izlenen bir kırılma anına tanık olmak üzereydi. Fakat ondan yalnızca bir hafta önce, Los Angeles’ta dört adam — Serj Tankian, Daron Malakian, Shavo Odadjian ve John Dolmayan — stüdyodan çıkmış, dünyanın en huzursuz albümlerinden birini yayınlamıştı. Toxicity, sadece bir rock albümü değildi; hem dönemin politik çalkantılarını hem de System of a Down’ın bitmek bilmeyen yaratıcılık iştahını içine almış bir manifestoydu.
O dönem rock ve metal sahnesine bakarsak, nu-metal fırtınası hala tam gücüyle esiyordu. MTV’nin sabah kuşağında Korn’un “Falling Away From Me”si, Limp Bizkit’in “Rollin”i, Linkin Park’ın “One Step Closer”ı ardı ardına dönüyor; baggy pantolonlar, zincirli cüzdanlar ve skate park kültürü popülerliğin zirvesindeydi. Ancak tüm bu sahne içinde SOAD, başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Ne hip-hop ile metalin sığ bir evliliğine, ne de sadece agresif rifflerin gövde gösterisine yaslanıyorlardı. Onların müziğinde Ermeni folk ezgilerinden Orta Doğu ritimlerine, thrash metal saldırganlığından punk kaosuna, hatta absürd tiyatro repliklerine kadar her şey vardı.
İlk albümleri System of a Down (1998), yeraltı metal camiasında adeta bir şok dalgası yaratmıştı. “Sugar” ve “Spiders” gibi şarkılar, hem sert hem de beklenmedik derecede melodikti. Serj Tankian’ın politik mesajları absürd mizahla harmanlayan vokali, Daron Malakian’ın keskin ve garip ölçülerde gezinen riffleri, Shavo’nun dans eden bas çizgileri ve John Dolmayan’ın metronom hassasiyetindeki davulları… Bu dört elementin birleşimi, onları aynı sahnede oldukları gruplardan tamamen ayırdı.
2000’lerin başına gelindiğinde, ikinci albüm için beklenti büyüktü. Grubun aklındaki ilk fikir, albüme “Suicide” adını vermekti. Daron Malakian, bu ismin “bireysel umutsuzluk ve toplumsal intihar” metaforunu yansıttığını söylerken, Serj Tankian da “Bu, sadece fiziksel ölümü değil, insanlığın kendi değerlerinden, vicdanından kopuşunu anlatıyordu” diyordu. Ancak plak şirketi, özellikle radyo ve medya tepkilerinden çekinerek bu ismin “fazla provokatif” olacağını belirtti. Sonunda grup, aynı sertliği ama daha geniş bir anlamı olan “Toxicity” isminde karar kıldı.
“Toxicity” kelimesi, hem bireysel düzeyde zehirli ilişkileri, bağımlılıkları, hem de sistemin en tepesinden sızan politik yozlaşmayı, medyanın çarpıttığı gerçeklikleri kapsıyordu. Serj’in dediği gibi: “Zehir sadece içtiğimiz suda değil; haberlerde, politikada, zihniyetlerdeydi.” Bu isim, albümün her satırına işlemişti.
Kayıt süreci, Rick Rubin’in yapımcılığında Los Angeles’ta The Mansion stüdyosunda gerçekleşti. Bu mekân, Red Hot Chili Peppers’tan Slayer’a kadar birçok grubun ilham aldığı, mistik hikâyelerle dolu bir yerdi. SOAD için de burası, yaratıcı enerjinin sürekli yüksek olduğu bir ortam oldu. Daron Malakian, “Her şarkıda hem melodiyi hem de agresyonu zirveye taşımak istedik. İkisini aynı anda yapmak, SOAD’ın imzasıdır” diyordu.
Albüm kapağı da en az müzik kadar güçlü bir mesaj taşıyordu. Hollywood tepelerindeki ünlü yazının “Hollywood” yerine “System of a Down” olarak değiştirildiği bu görsel, bir yandan ironik bir şaka gibi duruyor, diğer yandan popüler kültürün reklam panosuna dönüşmüş dünyasına meydan okuyordu. Bu, “Biz buradayız ve mesajımızı dev harflerle haykırıyoruz” demenin görsel karşılığıydı.
Ve sonra… 11 Eylül 2001. Albüm piyasaya çıktıktan sadece yedi gün sonra, dünya bambaşka bir yöne savruldu. “Chop Suey!” gibi şarkılar, sözlerindeki “I don’t think you trust in my self-righteous suicide” satırları nedeniyle bazı radyo istasyonlarından kaldırıldı. Clear Channel, şarkıyı “uygunsuz” bulunanlar listesine ekledi. Fakat bu sansür, albümün yayılmasını engellemek yerine onu daha da kültleştirdi. O dönem hayranlar, yasaklanan şeyleri daha çok arar olmuştu.
Serj Tankian, bu dönemde yaptığı bir açıklamada, “Müzik, yaşadığımız dünyaya tepki vermenin bir yolu. Tarafsız kalmak, yaşadıklarını inkâr etmektir” diyordu. İşte Toxicity tam olarak bu yüzden kalıcı oldu: Çünkü o, hem kendi döneminin hem de insanlığın karanlık tarafına tutulmuş bir aynaydı.
Müzikal olarak ise albüm, sadece sertlikten ibaret değildi. Ani ritim değişimleri, alışılmadık ölçüler, akılda kalıcı melodiler ve beklenmedik sessizlik anları… Bir şarkının ortasında darbuka ritimleri duyabilir, ardından bir anda thrash metal hızına geçebilirsiniz. Bu, başka hiçbir grubun bu kadar organik bir şekilde başaramadığı bir şeydi.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, Toxicity sadece 2000’lerin en önemli rock albümlerinden biri değil, aynı zamanda politik müzik tarihinin de en etkili çalışmalarından biri olarak anılıyor. Onun hikâyesi, müziğin hem eğlendirebileceğini hem de rahatsız edebileceğini kanıtlayan bir belge gibi duruyor.
1. Prison Song
Prison Song albümün daha ilk saniyesinden, System of a Down’ın bu sefer hiçbir şeyi filtrelemeyeceğini ilan eden bir yumruk gibi patlıyor. Davulların askeri bir yürüyüş temposuyla başlayan intro, adeta bir miting alanında megafonun açılmasını andırıyor. Daron’un kuru, sert gitar riff’iyle beraber John’un ritmi giderek hızlanıyor ve Serj Tankian’ın tiradına kapı açılıyor: “They’re trying to build a prison…” – defalarca tekrarlanan bu satır, hem sloganik hem de hipnotik bir şekilde dinleyicinin zihnine kazınıyor.
Bu şarkı, Amerikan adalet sistemini ve özellikle uyuşturucu yasaları üzerinden büyüyen hapishane endüstrisini doğrudan hedef alıyor. 2000’lerin başında ABD’de hapishane nüfusu tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştı; bunun büyük kısmı da şiddet içermeyen, çoğu marjinal topluluklardan gelen uyuşturucu “suçluları”ydı. Serj, bir röportajında Prison Song’un çıkış noktasını şöyle açıklıyordu:
“Hapishaneler artık suçluları rehabilite etmek için değil, para kazanmak için var. Sistem, özellikle yoksul ve azınlık grupları hedef alıyor.”
Müzikal olarak şarkı, SOAD’ın tipik hız değişimleriyle dolu. Serj’in konuşma temposunda, rap benzeri bölümleri bir anda melodik nakarata dönüşüyor. Nakaratta Daron’un vokal desteğiyle birlikte “All research and successful drug policy shows…” diye başlayan pasaj, şarkının en ironik ve vurucu noktası; çünkü akademik bir raporu okur gibi başlayan bu kısım, birkaç saniye içinde tekrar kaotik bir patlamaya dönüşüyor.
Ve işin çarpıcı tarafı, Prison Song albümü başlatan parça olarak, Toxicity’nin tamamının ruhunu özetliyor: politik öfke, mizah, ani tempo değişimleri ve melodik sertlik. Dinlerken hem bir punk protestosunun enerjisini hem de tiyatral bir anlatının dramatik iniş çıkışlarını hissediyorsunuz.
“They’re trying to build a prison
For you and me to live in
Another prison system
For you and me to live in…”
2. Needles
Needles albümdeki en rahatsız edici ve en çarpıcı metaforlardan birine sahip. Açılıştaki o gergin, neredeyse uğursuz gitar riff’iyle birlikte, dinleyiciyi huzursuz bir dünyaya davet ediyor. Şarkının omurgasını, “Pull the tapeworm out of your ass” gibi hem grotesk hem de unutulmaz bir cümle oluşturuyor. İlk duyduğunuzda absürt bir şaka gibi gelse de, aslında Daron Malakian’ın yazdığı bu söz, bağımlılık, zararlı ilişkiler ve kendini sabote eden davranışlardan kurtulma fikrine işaret ediyor.
Serj Tankian, yıllar sonra bir röportajında bu satırın arkasındaki anlamı şöyle açmıştı:
“Tapeworm, insanı içeriden yiyip bitiren her şey olabilir; bir uyuşturucu, bir insan, hatta kendi düşünce biçiminiz. Ondan kurtulmazsanız sizi yok eder.”
Müzikal açıdan Needles, SOAD’ın ani ruh hali değişimlerini en iyi yansıtan parçalardan biri. Kimi yerlerde gitarlar kuru ve minimal tutulurken, ani bir patlamayla thrash metal hızına çıkıyor. Serj’in vokali de aynı şekilde, sakin, neredeyse fısıltıya yakın bir tonla başlarken bir anda tiz çığlıklara tırmanıyor. Bu iniş çıkışlar, şarkının sözlerindeki huzursuzluğu ve kurtulma isteğini iyice hissettiriyor.
Nakaratta Daron’un vokal desteğiyle birlikte sertlik iyice yoğunlaşıyor. Özellikle “Meet me somewhere over there” gibi cümleler, hem bir kaçış umudunu hem de bu umudun ne kadar belirsiz olduğunu yansıtıyor. Burada da tıpkı Prison Song’da olduğu gibi, SOAD’ın politik olmayan ama bireysel düzeyde isyan eden tarafını görüyoruz.
“Pull the tapeworm out of your ass
Hey! Pull the tapeworm out of your ass
Meet me somewhere over there”
3. Deer Dance
Deer Dance, Toxicity’nin belki de en açık şekilde protest ruhunu ortaya koyan parçalarından biri. Şarkı, polis şiddeti, gösteri bastırma taktikleri ve otoritenin gözdağı mekanizmaları üzerine sert bir eleştiri getiriyor. Daron Malakian’ın gitarı, şarkının ilk saniyesinden itibaren hem keskin hem de sinirli bir enerji yayıyor. Abe Cunningham misali, burada John Dolmayan’ın davulları da adeta bir yürüyüş temposu gibi; protesto alanında ilerleyen insanların adımlarını ya da polisin sert ritmik baskısını duyuyormuşsunuz hissi yaratıyor.
Serj Tankian, sözlerde olayın fotoğrafını doğrudan çekiyor: “Pushing little children, with their fully-automatics” cümlesi, barışçıl göstericilerin üzerine silah doğrultan polisleri, medyanın bu şiddeti meşrulaştırmasını ve toplumun buna karşı körleşmesini tek bir darbeyle göz önüne seriyor. Buradaki children kelimesi hem genç yaştaki protestocuları hem de masumiyeti temsil ediyor.
Serj, 2001’de verdiği bir röportajda bu şarkının ilhamını şöyle açıklamıştı:
“Los Angeles’ta bir protestoya gitmiştim, polisin barışçıl insanlara uyguladığı şiddeti gördüm. Bu bana sadece Amerika’da değil, dünyanın birçok yerinde yaşanan baskıyı hatırlattı. Deer Dance’i yazarken aklımda o görüntüler vardı.”
Müzikal olarak parça, SOAD’ın klasik dinamizm formülünü uyguluyor: Sessiz, gergin bir mırıldanma ile başlayan vokaller, aniden yüksek tempolu bir patlamaya dönüşüyor. Daron’un vokal desteği, nakaratta şarkının öfkesini daha da yoğunlaştırıyor. Sözlerin arasındaki kısa duraksamalar, dinleyicide adeta sahnede bir yumruğun havada asılı kaldığı hissini yaratıyor.
Şarkının başlığı olan Deer Dance ise ironik. Burada geyik dansı gibi masum ve sakin bir imge, şiddet ve baskıyla yan yana getiriliyor; bu da otoritenin masumiyet üzerindeki yıkıcı etkisini sembolize ediyor.
“Pushing little children
With their fully automatics
They like to push the weak around”
4. Jet Pilot
Jet Pilot, Toxicity’nin en kısa, en doğrudan ve en patlayıcı şarkılarından biri. Sadece iki dakika civarında sürüyor ama bu süre içinde yarattığı kaos, albümdeki en yoğun anlardan biri haline geliyor. Parça, kelimenin tam anlamıyla bir “müzikal saldırı” gibi; hızlı tempolu, keskin riff’ler, John Dolmayan’ın makineli tüfek gibi tarayan davulları ve Serj Tankian’ın ani vokal sıçramalarıyla dinleyiciyi baştan sona sarsıyor.
Sözler, soyut ve parçalı bir anlatıma sahip. “Wired were the eyes of a horse on a jet pilot” gibi imajlar, Serj’in bilinç akışıyla yazdığı, gerçeküstü betimlemelerden biri. Burada net bir politik tema yok gibi görünse de, SOAD’ın dünyasında bu tip imgeler genellikle savaş, askeri güç ve insanın teknolojiyle olan tehlikeli ilişkisine dair metaforlar olarak yorumlanıyor. Jet pilotunun kontrolündeki bir savaş uçağı, gücü ve hızı temsil ederken; atın gözlerindeki tel gibi gerginlik, o gücün yarattığı sürekli alarm halini simgeliyor.
Serj, 2001’de yaptığı bir açıklamada şarkının anlamı konusunda net konuşmaktan kaçınmış, “Bazen sözler sadece bir his yaratmak içindir” demişti. Ama hayran teorilerine göre “Jet Pilot”, savaşın hem pilot hem de hedef açısından yarattığı paranoya ve hızla akan ölüm düşüncesini temsil ediyor.
Müzikal olarak şarkı baştan sona agresif. Daron Malakian’ın riff’leri neredeyse punk hızında, bas gitar ise riffe yapışarak tempoyu daha da sıkı tutuyor. Vokallerde Serj, sert bağırışlarla melodik sıçramalar arasında gidip geliyor; bu da dinleyicide sanki bir anlığına savaş kokpitinin içine girmişsiniz hissi yaratıyor.
“Wired were the eyes of a horse on a jet pilot
One that smiled when he flew over the bay”
5. X
Jet Pilot’un kısa süreli kaosundan sonra albüm, beşinci sırada X ile öfkeyi daha da keskinleştiriyor. Başlıktaki “X”, xenophobia (yabancı düşmanlığı) kelimesinin kısaltması; SOAD’ın Ermeni diasporasından gelen kimliği düşünülünce, bu tema yalnızca politik bir başlık değil, köklerine kadar kişisel bir mesele. Sözler özellikle minimal tutulmuş: karmaşık imgeler yerine, bir mitingde atılan slogana benzer doğrudan cümleler var; amaç, mesajın kulakta değil, reflekslerde yer etmesi.
Şarkının gövdesi, Daron Malakian’ın kesik kesik downstroke riff’lerine yaslanıyor; John Dolmayan trampette neredeyse marş hissi veren, milimetrik bir itiş sağlıyor. Shavo Odadjian’ın bası alt frekansta bir motor gibi çalışıp gerginliği sürekli canlı tutuyor. Serj Tankian vokalde iki duygu arasında gidip geliyor: açık öfke ve ince alay. Bu ikilik, “bu nefret nasıl hala savunulabiliyor?” sorusunu, bağırmadan da iğneleyerek soran bir ton yaratıyor.
Parçanın tekrar yapısı, söylemin kendisini çoğaltmayı hedefliyor: sahnede binlerce kişi aynı cümleyi tek ağızdan bağırdığında, şarkı bir albüm kesiti olmaktan çıkıp kolektif bir protesto anına dönüşüyor. İlk yarının doruk noktası gibi çalışan X, Prison Song → Needles → Deer Dance → Jet Pilot hattında yükselen politik tansiyonu en yalın, en çarpıcı hâline indirip ikinci yarı için gerilimi yüksek bırakıyor.
“We don’t need to multiply
‘Cause we don’t need to multiply
Open your eyes, open your mouths, close your hands and
Make a fist!”
6. Chop Suey!
Albümün en ikonik, en çok bilinen ve tartışmasız en popüler şarkısı. İlk saniyeden itibaren Daron Malakian’ın akustik arpejleriyle açılıyor; yumuşak, neredeyse melankolik bir giriş… Ancak bu sakinlik uzun sürmüyor. Davulların girişiyle birlikte tempo artıyor, riff sertleşiyor ve şarkı bir anda System of a Down’ın kaotik dünyasına giriyor. Şarkı, sözlerdeki keskin değişimlerle müzikal olarak da adeta ikiye bölünüyor: bir yanda melodik, hüzünlü bir nakarat; diğer yanda ani patlamalar ve sert breakdown’lar.
Serj Tankian’ın vokal performansı burada zirve yapıyor. Hem dramatik, neredeyse teatral bir ifade kullanıyor, hem de milisaniyeler içinde fısıltıdan çığlığa geçiyor. “Chop Suey!” adının arkasında ise ironik bir katman var. Albüm kayıtları sırasında şarkının adı aslında “Suicide” olacaktı. Fakat bu kelimenin doğrudan kullanılması, özellikle radyo ve medya açısından riskli görüldü. Bunun üzerine “Self-Righteous Suicide” ifadesinden yola çıkarak “suicide” kelimesini “Suey” olarak değiştirdiler ve başına da rastgele “Chop” ekleyerek tamamen absürd, ama bir o kadar da akılda kalıcı bir isim yarattılar. Böylece şarkının adı hem sansürden kaçtı hem de System of a Down’ın alaycı mizah anlayışını yansıttı.
Sözlerde, intihar eden birinin toplum tarafından nasıl yargılandığı ve “suçlu” ilan edildiği sorgulanıyor. “I don’t think you trust in my self-righteous suicide” dizesi, hem dini hem toplumsal ikiyüzlülüğe bir eleştiri. İnsanların kendi inançlarıyla çelişen durumlarda nasıl ikiyüzlü davrandığını ve başkasının yaşamına dair kolayca hüküm verdiklerini işaret ediyor. Orta kısımdaki dramatik pasaj ise tamamen spontane doğmuş: stüdyoda boş kalan bu bölüm için Daron eline rastgele bir kitap alıyor — bu kitap İncil çıkıyor. Açtıkları sayfada Luka 23:46’daki “Father, into your hands I commend my spirit” ve Matta 27:46’daki “Why have you forsaken me?” ayetleri karşılarına çıkıyor. O an yazıya eklenen bu sözler, şarkının ruhuna trajik ve zamansız bir ağırlık katıyor.
Müziğin yapısı, sözlerdeki bu ikilemi yansıtıyor: sakin ve melodik kısımlar “kabullenme” hissi yaratırken, sert ve hızlı bölümler öfke ve isyanı temsil ediyor. Bu kontrast, “Chop Suey!”yi sadece bir hit değil, aynı zamanda duygusal bir yolculuk haline getiriyor.
Father, into your hands I commend my spirit
Father, into your hands
Why have you forsaken me?
Tesadüfen seçilmiş olmasına rağmen, şarkının kalbinde duran bu satırlar, hem dini hem varoluşsal bir terk edilmişlik duygusunu dinleyiciye çarpıcı bir şekilde geçiriyor.
7. Bounce
Toxicity’nin belki de en hafife alınan ama en eğlenceli parçalarından biri “Bounce”, albümün politik ağırlığından ve karanlık tonundan kısa süreliğine sıyrılıp tamamen absürd, punk hızında bir enerji patlamasına dönüşüyor. Şarkı neredeyse baştan sona bir mosh pit için yazılmış gibi: tempolu davullar, sert gitar rifleri ve Serj Tankian’ın teatral, neredeyse bağırarak anlattığı hikâye…
Peki bu hikâye ne? “Bounce” aslında şaşırtıcı derecede basit, hatta komik bir temaya sahip. Daron Malakian’ın söylediğine göre şarkı, bir partide geçen tamamen saçma bir anıyı anlatıyor: bir pogo stick (zıplama çubuğu) etrafında dönen kaotik bir olay. Liriklerdeki tekrarlar ve hızlı tempo, o anın absürtlüğünü müzikal olarak da yansıtıyor. Şarkı boyunca “Pogo, pogo, pogo, pogo, pogo” diye bağırılması, hem bir punk geleneğine gönderme hem de dinleyiciyi istemsizce içine çeken bir çılgınlık hissi yaratıyor.
Bounce, müzikal olarak da albümdeki en “düz” parçalardan biri; karmaşık ritim değişimleri veya uzun melodi geçişleri yok. Bunun yerine, Abe Dolmayan’ın dakikalarca düşmeyen davul temposu ve Shavo’nun yerinde durmayan bas yürüyüşleri var. Daron’un gitarı ise sürekli “ileri iten” bir motor gibi çalışıyor. Serj’in vokal tarzı burada daha çok hikâye anlatıcısı modunda; kimi zaman şarkı söylerken, kimi zaman da kelimeleri adeta fırlatarak söylüyor.
Daron, bir röportajda “Her şarkının derin bir anlamı olmak zorunda değil. Bazen sadece deli gibi eğlenmek gerekir” diyerek “Bounce”un Toxicity’deki yerini özetlemişti. Ve gerçekten de albümün bu kadar yoğun temalarla dolu olduğu düşünülürse, “Bounce” adeta dinleyiciye kısa bir soluk veriyor—ama bu soluk bile tamamen hiperaktif bir enerjiyle dolu.
I went out on a date
With a girl a little late
She had so many friends
Gliding through many hands
8. Forest
“Forest”, System of a Down’ın hem kişisel hem de politik alt metinleri bir araya getirdiği şarkılardan biri. Daron Malakian, bir röportajda şarkının kendi babasıyla yaşadığı fikir çatışmalarından ilham aldığını söylemişti. Burada “baba” figürü, yalnızca biyolojik bir ebeveyni değil; aynı zamanda otoriteyi, kuşak çatışmasını ve eski neslin değişime direncini temsil ediyor. Serj Tankian’ın “Why can’t you see that you are my child?” diye başlayan nakaratı, aslında bir baba ağzından söyleniyor; cevap olarak gelen “You are my child” tekrarı ise ironik biçimde rollerin karıştığını gösteriyor. Yani şarkıda hem ebeveyn hem çocuk karşılıklı birbirine “sen bana aitsin” diyor — bir tür sahiplenme savaşı.
Müzikal olarak “Forest”, albümdeki en kesif groove’lardan birine sahip. Düşük akortlu gitar riff’i, adeta ağır çekimde ilerleyen bir bulldozer gibi; üzerine gelen Abe Cunningham’ın davullarıysa hem sert hem de ritmik olarak çok katmanlı. Özellikle nakarata girerken riff’in hafifçe hızlanması, şarkıya boğucu bir tansiyon veriyor. Bu yapı, sözlerdeki gerilimle birebir uyumlu: bir konuşmanın hararetlenip kavgaya dönüşmesi gibi.
Şarkının ismi ise doğrudan sözlerde geçmese de, “Forest” (orman) metaforu, aile ilişkilerinin karmaşık, iç içe geçmiş yapısını temsil ediyor olabilir. Ormanda yolunu bulmak ne kadar zorsa, kuşaklar arası iletişimde de aynı şekilde net bir çıkış bulmak o kadar zor.
Serj’in vokalleri burada inanılmaz dinamik. Düşük tonlu, sakin başlayan kıtalar; nakaratta patlayan çığlıklarla yer değiştiriyor. Bu ani geçişler, hem öfkenin hem de çaresizliğin altını çiziyor. Şarkının ortasındaki köprü bölümünde ise ritim neredeyse tamamen düşüyor, bu da finaldeki büyük patlamayı daha çarpıcı kılıyor.
Why can't you see that you are my child?
Why don't you know that you are my mind?
Tell everyone in the world that I'm you
Take this promise to the end of you
9. ATWA
“ATWA”, albümdeki en yavaş tempolu ve en melankolik parçalardan biri. Başlığı, “Air, Trees, Water, Animals” (Hava, Ağaçlar, Su, Hayvanlar) kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Bu ifade, ünlü suçlu Charles Manson tarafından çevrecilik adına kullanılan bir terim. Manson, insanlığın doğayı yok edişine karşı radikal bir duruş sergilemişti; tabii bunu şiddetle ve kendi sapkın ideolojisiyle birleştirdiği için tartışmalı bir figürdü. SOAD, bu şarkıda Manson’ın ideolojisini onaylamaktan ziyade, çevreye verilen zarara dikkat çekmek ve doğa ile insan arasındaki kopukluğu vurgulamak istiyor.
Daron Malakian’ın gitarları burada önceki şarkılara kıyasla daha temiz ve akustik tonlara yakın başlıyor. Abe Cunningham davullarda oldukça sade bir groove kullanıyor; bu, şarkının duygusal yükünü daha belirgin hale getiriyor. Serj Tankian’ın vokaliyse neredeyse fısıltı ile başlayan ve giderek güçlenen bir yapı izliyor. Bu sakin giriş, şarkının ikinci yarısında yerini daha yoğun bir duygu patlamasına bırakıyor.
Sözlerde hem doğaya bir ağıt hem de insana bir uyarı var. “You don’t care about how I feel” dizesi, yalnızca doğanın ağzından söylenmiş gibi algılanabilir. Şarkı boyunca hissedilen kırılganlık, aslında System of a Down’ın politik öfkesinden çok, hüznüne yakın duran bir ton.
Müziğin dinamikleri, tıpkı bir nehir gibi akıyor: önce dingin, sakin bir yüzey; ardından artan akıntıyla gelen bir taşma. Bu da “ATWA”yı albümdeki en duygusal anlardan biri haline getiriyor.
Hey you, see me, pictures crazy
All the world I've seen before me passing by
Hey you, are you blind to see me?
All the world I've seen before me passing by
10. Science
“Science”, Toxicity’nin en enerjik ve en ritmik şarkılarından biri. İlk saniyeden itibaren Shavo Odadjian’ın belirgin bas hattı ve Abe Cunningham’ın keskin davullarıyla açılıyor; bu giriş, dinleyiciye doğrudan bir hareket çağrısı gibi geliyor. Gitarlar ise Daron Malakian’ın imzası olan kısa, kesik rifflerle parlıyor ve şarkının gergin atmosferini destekliyor.
Tematik olarak “Science”, teknolojinin ve modern bilimin doğadan kopuk ilerlemesini eleştiriyor. Serj Tankian, şarkıda bilimin faydalarını inkâr etmiyor; ancak insanlığın bilimi, doğanın dengesiyle uyumlu değil, onun yerine karşıt bir güç gibi kullanmasını sorguluyor. “Science has failed our Mother Earth” dizesi, bu eleştirinin en net ifadesi. Burada “Mother Earth” (Ana Toprak) ifadesi, doğayı kişiselleştirerek ona saygı ve koruma gerekliliğini vurguluyor.
Şarkının yapısı, SOAD’ın klasik kaotik düzen anlayışını yansıtıyor: ani tempo değişimleri, beklenmedik ritim kırılmaları ve vokalde hem melodik hem de bağırarak söylenen bölümler. Serj’in teatral performansı, bilim eleştirisini bir vaaz gibi değil, adeta bir protesto sloganı gibi dinleyiciye geçiriyor.
Daron Malakian’ın gitar tonu burada daha kuru ve saldırgan, adeta mekanik bir his veriyor. Bu da şarkının bilim ve teknoloji temasına paralel, insan eliyle üretilmiş yapay bir sertlik katıyor. Ancak nakarat kısmındaki vokal melodisi, tüm bu soğukluğun ortasında hala bir insan sesi ve duygusu olduğunu hatırlatıyor.
Science has failed our Mother Earth
Science has failed our Mother Earth
Spirit-moves-through-all-things
Spirit-moves-through-all-things
11. Shimmy
“Shimmy”, Toxicity’nin en kısa ama en patlayıcı parçalarından biri. Sadece 1 dakika 51 saniye sürmesine rağmen, içinde barındırdığı enerji ve kaos albümün en yoğun anlarından birini yaratıyor. Girişte Daron Malakian’ın keskin ve hızlı riff’i, Abe Cunningham’ın hızla tırmanan davullarıyla birleşerek dinleyiciyi adeta yerinden sıçratıyor. Burada System of a Down’ın punk’tan aldığı hız ile metalin sertliğini nasıl ustaca harmanladığını net şekilde duyabiliyoruz.
Sözler, toplumun insanları belirli kalıplara sokma ve düşünce biçimlerini şekillendirme çabasına bir tepki niteliğinde. “Education, subjugation / Now you're out to be a clone of the system” dizesi, eğitim sisteminin bireyleri özgür düşünceye değil, sisteme uyumlu kopyalara dönüştürdüğü eleştirisini yapıyor. Bu, SOAD’ın genel diskografisinde sıkça karşımıza çıkan anti-otoriter ve sorgulayıcı temaların kısa ve sert bir özeti gibi.
Müzikal olarak “Shimmy”de tempo hiç düşmüyor. Vokaller hem Serj Tankian’ın hızlı, neredeyse rap’e yaklaşan söz akışıyla hem de bağırarak söylediği bölümlerle agresif bir tonda ilerliyor. Parçanın sonunda tempo biraz daha artıyor ve şarkı, başladığı gibi aniden biterek dinleyicide “daha fazlası olmalıydı” hissi bırakıyor.
Education, subjugation
Now you're out to be a clone of the system
Education, subjugation
Now you're out to be a clone of the system
12. Toxicity
Albümün adını taşıyan “Toxicity”, System of a Down’ın en tanınan ve en çok yorumlanan şarkılarından biri. İlk saniyelerdeki akustik gitar arpejleri, albümün önceki şarkılarındaki yoğun gürültüden sonra bir “nefes” etkisi yaratıyor. Daron Malakian’ın bu sakin girişini John Dolmayan’ın davulları ve Shavo Odadjian’ın derinden gelen basları destekliyor. Ancak bu huzurlu atmosfer uzun sürmüyor; nakarata doğru riff’ler sertleşiyor, Serj Tankian’ın vokalleri hem melodik hem de tehditkâr bir tonda yükseliyor.
Şarkının sözleri, başlıktaki “Toxicity” kelimesinin birebir yansıması. Burada “zehir” sadece kimyasal ya da fiziksel bir anlam taşımıyor; medyanın manipülasyonu, politik yozlaşma, toplumsal çürüme ve bireysel yabancılaşma da bu zehrin parçaları. “You, what do you own the world? / How do you own disorder?” dizeleri, güç sahiplerinin kaosu bile bir mülk gibi kullanmasını sorguluyor. Serj, bir röportajında şarkının “modern toplumun bozulmuş düzenine bakış” olduğunu söylemişti.
Müziğin yapısı, sözlerdeki bu ikiliği destekliyor. Sakin, melodik bölümler toplumun “düzene” bürünmüş yüzünü temsil ederken; sert ve kaotik kısımlar, bu düzenin ardındaki çürüme ve öfkeyi yansıtıyor. Abe’nin davulları özellikle nakaratta tribal bir yoğunluk kazanarak şarkıya ritüelistik bir hava katıyor.
“Toxicity” aynı zamanda SOAD’ın imza niteliğindeki dinamik geçişlerini en net sergilediği parçalardan biri. Bir anda yumuşak bir melodiye girmek ya da saniyeler içinde tekrar patlayıcı bir riff’e dönmek burada kusursuz işliyor. Bu dengesizlik, şarkının hem ruhunu hem de ismini besliyor.
You, what do you own the world?
How do you own disorder, disorder
Now, somewhere between the sacred silence
Sacred silence and sleep
13. Psycho
Psycho, Toxicity’nin en karanlık, en rahatsız edici şarkılarından biri. Müzikal olarak neredeyse hipnotik bir groove üzerine inşa edilmiş; tekrarlayan, inişli çıkışlı bir bas çizgisi, mekanik bir düzenle dönüp duran davullar ve Daron Malakian’ın tiz, neredeyse siren gibi bağıran gitar motifleri… Bu altyapı, şarkının saplantılı temasını güçlendiriyor. Baştan sona bir “spiral” hissi var — sanki dinleyiciyi, çıkışsız bir çemberin içine çekiyor.
Sözler ise doğrudan rock ‘n’ roll sahnesinin karanlık yüzünü hedef alıyor. “Psycho, groupie, cocaine, crazy” nakaratı, turnelerin arka planında yaşanan uyuşturucu, seks ve bağımlılık döngüsünü alaycı ama rahatsız edici bir şekilde tekrarlıyor. Burada “groupie” kavramı, yalnızca klişe rock yıldızı hikâyelerinin bir parçası olarak değil, aynı zamanda bu kültürün içinde herkesin bir şekilde “tüketilen” veya “tüketici” rolünü üstlendiği bir çarpıklığın sembolü.
Serj Tankian’ın vokali, şarkı boyunca teatral bir delirium hâlinde. Bazı yerlerde neredeyse fısıltıya yakın, sonra bir anda bağırmaya geçiyor. Daron’un geri vokalleri ise özellikle nakaratta Serj’in sözlerini yinelerken adeta bir yankı efekti yaratıyor, bu da parçaya paranoid bir atmosfer katıyor.
“Psycho”nun temposu, albümün geri kalanındaki dinamik geçişlerden farklı olarak daha sabit ama bu sabitlik bir rahatlama değil; tam tersine, dinleyiciyi bir nevi ritmik esirliğe sürüklüyor. Bu, şarkının temasındaki bağımlılık ve tekrar duygusuyla örtüşüyor.
Albümün genelindeki politik ve toplumsal eleştirilerden ziyade, “Psycho” daha bireysel, hatta içe dönük bir portre çiziyor. Bu, hem rock yıldızı mitinin hem de onun etrafında dönen yoz kültürün bir teşhiri.
In the end we shall enjoy the fruits of our labor,
And they will be plentiful…
14. Aerials
Albümün belki de en duygusal, en zamansız şarkısı… Toxicity boyunca dinleyiciyi bir girdap gibi içine çeken sertlik ve kaos, “Aerials” ile bambaşka bir noktaya evriliyor. Açılıştaki bas ve gitarın birlikte kurduğu sakin, meditatif riff, John Dolmayan’ın davullarıyla yavaşça yükseliyor. Bu şarkıda System of a Down’ın kaotik tarafı geri planda; yerini dingin, adeta rüzgârda süzülen bir atmosfer alıyor. Daron Malakian’ın melodik gitar işçiliği, Serj Tankian’ın ağırbaşlı vokalleriyle birleşince ortaya bir nevi “modern ağıt” çıkıyor.
Şarkının sözleri, insanın özgürlük arzusunu ve bu özgürlüğü kaybettiğinde içine düştüğü boşluğu anlatıyor. “Life is a waterfall, we’re one in the river and one again after the fall” dizesi, hem felsefi hem de melankolik bir bakış açısı sunuyor; yaşamın döngüselliğini, bireysel varoluşun geçiciliğini hatırlatıyor. Buradaki “waterfall” metaforu, hem görsel hem duygusal olarak şarkının müziğiyle uyumlu—sakin başlayan bir akış, güçlü bir düşüş, ardından yeniden dinginlik…
Serj, bu şarkının basit ama çok katmanlı olduğunu söylemişti: “Ne kadar fazla söz ya da karmaşık melodi koyarsanız, bazen o kadar etkisiz olabiliyor. Aerials, sadeliğin nasıl derin olabileceğini gösteriyor.” Gerçekten de nakarat, herkesin birlikte söyleyebileceği kadar yalın, ama üzerine düşününce uzun süre zihinde yankılanacak kadar derin.
Life is a waterfall
We’re one in the river
And one again after the fall
15. Arto
Albümün kapanışında dinleyiciyi bekleyen sürpriz: Arto Tunçboyacıyan’ın misafir olduğu, tamamen enstrümantal bir parça. Toxicity boyunca adrenalin yüksek, duygular yoğun, politik mesajlar sertken, “Arto” birden tüm gürültüyü kesip sizi bambaşka bir diyara götürüyor.
Ermeni halk müziğinin geleneksel ezgileri, duduk ve perküsyonun sıcak tonlarıyla birleşiyor. Bu parça, System of a Down’ın köklerine en doğrudan selamı niteliğinde. Serj Tankian ve Daron Malakian’ın Ermeni kimliğinin müziğe nasıl yansıyabileceğinin en saf örneklerinden biri. Stüdyoda bu kayıt, adeta bir jam session havasında, spontane şekilde yapılmış. Albümün tüm kaotik yapısından sonra gelen bu huzurlu, melankolik kapanış, dinleyicide güçlü bir duygusal kontrast yaratıyor.
Bazı dinleyiciler “Arto”yu albümden kopuk görse de aslında bu parça, System of a Down’ın müzikal DNA’sındaki çeşitliliğin kanıtı. Toxicity’nin sadece sert ve politik bir albüm olmadığını, aynı zamanda kültürel bir ifade biçimi olduğunu hatırlatıyor.
Toxicity, yalnızca 2000’ler rock sahnesinin en parlak anlarından biri değil; aynı zamanda müziğin politik, kültürel ve duygusal bir ifade biçimi olarak ne kadar güçlü olabileceğinin de kanıtı. System of a Down, bu albümle hem nu-metal dalgasının içinde en özgün seslerden biri olduklarını kanıtladı hem de o türün sınırlarını aştı. Sert, hızlı, öfkeli; ama aynı zamanda melodik, düşündürücü ve kültürel açıdan köklü…
Albüm, çıktığı yılın politik atmosferinden bağımsız düşünülemeyecek kadar zamanının ruhunu yansıtıyor. Fakat aradan geçen yıllara rağmen hala taze, hala çarpıcı. Çünkü anlattıkları meseleler — savaş, otorite, bireysel özgürlük, toplumsal ikiyüzlülük — hala hayatımızın içinde. Toxicity’nin asıl gücü de burada: 20 yılı aşkın bir süre sonra bile sizi sarsabilmesi.
Bugün hala “Chop Suey!”nin nakaratı stadyumları inletiyor, “Aerials” dünyanın dört bir yanında insanların boğazını düğümlüyor. Ve albüm bittiğinde, ister politik bir öfke hissi, ister derin bir melankoli, ister kültürel bir gurur duygusu… geriye mutlaka bir iz bırakıyor. Toxicity, sadece bir albüm değil; bir çağın sesi, bir başkaldırının kaydı ve System of a Down’ın dünyaya bıraktığı en kalıcı miraslardan biri.
Albümün tamamını dinlemek isterseniz:
Yorum Bırakın