Ailesini kaybeden bir çocuk ve çocuklarının ölümüne sebep olduktan sonra karısıyla da boşanan yalnız bir adamın birbirleriyle hayata yeniden tutundukları bir hikaye...
Kenneth Lonergan’ın yönetmenliğini üstlendiği "Manchester by the Sea"; taşmak, yıkmak ve yutmak isteğiyle gürleyen bir nehire dönüşmüş tüm o duyguları bize incecik bir delikten sızdırır gibi... Annesinden azar yemiş bir çocuğun yatağının ucuna oturup öylece beklemesi gibi bir film.
Başrolümüz Lee'nin aynı aciz bizler gibi olduğunu görerek başlıyoruz filme. Çok da kıymetini bilmediğini gördüğümüz hayatını bir anlık dikkatsizlikle geri dönülemez şekilde kaybeden Lee; hayatının yanıp kül oluşunu en arka sıradan sesi çıkmadan izliyor. Ne insanları ittiğini ne bağırıp çağırdığını görüyoruz. Ve anlıyoruz ki: suçluluk isyanı bastırıyor.
Biz izleyici olarak Lee'yi tam da bu olaydan sonra tanıyoruz. Ama ilk bakışta anlıyoruz onda bir şey olduğunu. "Bu adam bir şeyini yitirmiş" diyoruz. Etrafındaki insanlarla oldukça az iletişim kuran, sürekli dalgın gözüken, ne üzülen, ne gülen, sanki hissiz bir adam. Onu sürekli ağır işler yaparken ve çalışırken görüyoruz. Çalışmadığı zamanlarda ise maddi durumundan bağımsız bir kendine eziyet yöntemi olarak seçmiş olabileceğini düşündüğümüz bodrum katta küçük bir odada kalmakta.
Kendini cezalandırmaya çalışan, fiziksel yorgunluklarla zihnini susturmaya çalışan bu ruhsuz gözüken beden, bir gün gelen telefonla hayatını kaybettiği yere doğru yola çıkıyor.
Bir önceki cümle sizi heyecanlandırmış olabilir. "Karakterimiz her şeyin bittiği yere geri dönüyor, mutlaka bir şeyler olacak" diyor olabilirsiniz. Kalbinizin kırılmaması için sizi tekrar uyarmam gerekiyor sevgili okur: Bu hikaye sadece bir bekleyişin hikayesi.
Gittiği yerde abisinin ölüm haberini alan Lee, biz çoktan ona üzülmeye başlamışken onun ne hissettiğini anlayamadığımız mimikleriyle ve sonsuz bir durgunlukla, acıyı bize bırakıp gidiyor. Her zamanki bana fark etmez havasıyla cenaze işlemlerini halletmeye ve yeğeniyle ilgilenmeye çalışıyor.
Kendi acıları sanki onun değilmiş gibi davranan bu adamda yeğeniyleyken ilk defa umursamazlık ve acı dışında belli belirsiz bir duygu görüyoruz ve bu ikili arasındaki bağın yüreğimizin yaralarını sarmasını istiyoruz çünkü Lee'nin bir kenara bıraktığı bütün duyguları birer 'mutlu son sevicileri' olarak biz sırtlıyoruz.
Abisinin Lee'den habersiz bir şekilde çocuğunun velayetini Lee'ye bıraktığını öğrenen Lee bunu asla kabul etmeyeceğini söylese de biz kabul edeceğini hissediyoruz. Yeğeniyle geçmişteki mutlu ve mutsuz anıların deşildiği dalgalı durgun bir dönemden sonra ikilinin şimdiki zamanda da mutlu ve mutsuz anlarına şahit oluyoruz.
Yaşayacakları şehirle ilgili tartışmalarını da gördükten sonra bu ikilinin birbirlerine ne kadar bağlı olduğunu da gördüğümüzden emin oluyoruz ki bu bir yeniden doğuş hikayesi. Ailesini kaybeden bir çocuk ve çocuklarının ölümüne sebep olduktan sonra karısıyla da boşanan yalnız bir adamın birbirleriyle hayata yeniden tutundukları bir hikaye bu.
Yazıyı burada sonlandırmamı istediğini biliyorum; fakat hikaye böyle ilerlemiyor.
Birkaç ay sonra yolları ayırma kararı alıyor Lee. Bu kararı yeğeni Patrick gibi bizimde suratımıza fırlatıyor. İçimizden koskocaman bir "neden" ve incecik bir "biliyordum" yükseliyor. Bir kez daha anlıyoruz ki Lee bugünle ilgilenmiyor. O sadece geçmişi düzeltmek istiyor.
Biliyorum ki sızılarımız hep dinsin istiyoruz. Yaralarımız sarılsın. Biraz üzülelim tamam ama sonra geçsin istiyoruz. Bunu bizler kadar Patrick'in de istediğini görüyoruz. Fakat Lee yaşadığı şeyleri sindiremiyor, suçluluk duygusunun üstesinden gelemiyor. Belki de kendine biraz daha mutlu olmayı hak görmüyor. Sebebini net olarak bilmiyoruz ama tahmin edebiliyoruz. Belki kendi hayatımızdan, belki kendi yaslarımızdan...
En başında da söylediğim gibi: Bu bir bekleme hikayesi.
İki hayatın birbirine dokunduğunu gördük ve bu hiçbir şeyi değiştirmedi.
Yorum Bırakın