Türk Rock müziğinin efsanevi gruplarından Gece üyelerinden Can Baydar ve Gökçe Balaban ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Gece, 9 yıllık aranın ardından Arsız ile aramıza geri dönmüştü.
Röportajımız 26 Eylül 2025'te, editörlerimizden Turan Türkmen Yılmaz tarafından gerçekleştirildi.
O zaman ilk soruyla başlayayım: Grubun hikayesini biraz anlatır mısınız? Kuruluş süreci nasıl gelişti, ilk “bir rock grubu kuralım” fikri kimden çıktı? Zaten liseden arkadaşsınız diye biliyorum, ama o fikir nasıl doğdu, nasıl başladı bu hikaye?
Can: Hepimiz aslında birbirimizle tanışmadan önce de ortaokul ve lise yıllarında müzikle ilgileniyormuşuz, ortak zevklerimiz varmış. Sonra ben Eren’le tanıştım, aynı liseye gidiyorduk. Grubu ilk biz ikimiz başlattık. Daha sonra bir bas gitarist arayışımız oldu ve o süreçte Gökçe ile tanıştık. Gökçe’yle tanıştığımız andan itibaren üçümüz bir arada kendimizi gerçekten çok iyi hissettik; o enerji ilk günden vardı. Lise yıllarımız zaten sürekli stüdyoda prova yaptığımız, çalmayı öğrenmeye çalıştığımız bir dönemdi. Bence bizim en büyük avantajımız, bu süreçte sosyal hayatta da en yakın arkadaş olmamızdı. Yani bu öyle “hadi bir grup kuralım, tanışalım” gibi bir durum değildi. Biz zaten birlikte vakit geçiriyorduk, prova yapmadığımız zamanlarda da sürekli beraberdik. O yüzden her şey çok organik ve doğal gelişti.
Kısacası biz lisede kurulan bir grubuz.
İlk kuruluş döneminde bir idolünüz ya da müzikal olarak örnek aldığınız bir grup var mıydı? Yani “şu tarzda çalalım” dediğiniz, mesela Oasis gibi çalalım vb. dediğiniz bir rol modeliniz olmuş muydu o zamanlar?
Can: Incubus vardı aslında. O dönemde Incubus’un DVD’leri vardı, stüdyodan çıktıktan sonra eve gidip bütün gün sabaha kadar onları izlerdik. Zaten sahnede de çok fazla Incubus cover’ı çalardık.
Gökçe: Aslında hepimizin müzikal arka planı biraz farklıydı. Can’ın metal tarafı daha güçlüydü ama aynı zamanda Brit müziğini de çok dinlerdi. Ben o dönem daha çok Nu-Metal dinliyordum.Eren ise ikimizin arasında bir yerdeydi diyebilirim. Ama hepimizin ortak olarak çok sevdiği birkaç grup vardı, onların en başında Incubus geliyordu. Bir diğeri de o dönem için konuşursak Deftones’du. Yani hepimizin kesişim kümesinde yer alan iki grup: Incubus ve Deftones.
Can: Bir de Green Day çalmak nispeten basit olduğu için müzik yapmaya ilk başladığımız dönemlerde Green Day coverlıyorduk.
Gökçe: Ama ben sevmezdim Green Day’i.
Can: Gerçi Gökçe çok sevmezdi Green Day’i ama Eren’le biz bayılırdık. Green Day bize aslında çalabilmeyi öğreten gruptu diyebilirim. Çünkü üç kişilik bir triyo olarak, onların müziği çalınabilirlik açısından daha kolay bir müzik yapıyordu. Yani bizim için başlangıçta temel taşlar Incubus, Green Day ve Deftones oldu.
Peki o zaman biraz geçmişe gidelim, 2005 Roxy Müzik Festivali’ne. Bu, yolculuğunuzdaki ilk önemli başarılardan biri sayılabilir; o dönemde finale kalmıştınız. Geriye dönüp baktığınızda o dönem size ne hissettiriyor? O ilk gençlik yılları… o heyecan…
Can: Biz o yarışmaya katıldığımızda çalmayı hiç bilmiyorduk ki…
Gökçe: Yok be o kadar da değil… Aslında biz ilk başladığımızda cover yapıyorduk ama çok kısa bir süre sonra beste yapmaya başladık. Can’ın besteleri vardı, onları deniyorduk. Ve o üretme heyecanını görünce, “biz kesinlikle kendi şarkılarımızı yapmalıyız, kendi müziğimizi insanlara ulaştırmalıyız” gibi bir mentaliteye girdik. Roxy Müzik Günleri’ne katılana kadar da hep beste üzerine çalışıyorduk; nasıl yapılır, ne yapılır, onları öğrenme sürecindeydik. O yarışmayı da aslında kendi şarkılarımızı daha geniş bir kitleye duyurabilmek için bir araç olarak görmüştük. O dönem için Roxy Müzik Günleri çok önemliydi tabii. Biz oraya üç tane demo yapmıştık, üç tane şarkıyla katıldık ve finale kaldık. Düşününce gerçekten heyecan dolu bir dönemdi, çünkü bizim için ilk kez Ankara dışındaki bir kitleyle buluşma fırsatı olmuştu.
Zamanı 2008'e saralım. İlk albümünüz olan İçinde Saklı'nın yayına girdiği ilk gün ne hissettiniz?
Gökçe: İlk gün şunu hissetmiştim: Albümün CD’si daha raflara düşmeden internette MP3 olarak yayıldığını görünce, “Biz nasıl bir piyasaya girdik acaba?” diye düşündüm. Çünkü tam o dönem analogdan dijitale geçiş sürecinin yaşandığı zamandı. Çekme CD’ler satılırdı, MP3’ler internete düşerdi… Daha albümümüz İstanbul’da resmi olarak çıkmadan, internette son derece ulaşılabilir hale gelmişti. Onun şaşkınlığını yaşamıştım.
Can: Anneler Günü’nde çıkmıştı albüm.
Gökçe: Tabii bir şaşkınlık vardı. Albüm İstanbul’da Anneler Günü’nde çıktı ama Anadolu’da birkaç gün önce çıkmıştı bir nevi. Elbette çok heyecanlıydık; sonuçta bahsettiğimiz süreç 7 yıl. Yedi sene boyunca besteler yapıp belli bir sound oturttuktan sonra Ankara’dan İstanbul’a gelmek zaten başlı başına heyecan vericiydi. Bir de bunun üzerine ilk albümünüzü çıkarıyorsunuz… tarif etmesi zor, çok özel bir duygu. Ama şöyle bir şey var: Albümün çıkacağını kesin olarak anladığınız andan itibaren o büyük heyecan aslında yola yayılıyor. Yani çıkış günü geldiğinde öyle patlayan bir heyecan kalmıyor, çünkü aylar boyunca o duyguyu parça parça yaşamış oluyorsunuz zaten. Sürecin içine dağılıyor diyebilirim. Ama yine de çok güzel, unutulmaz bir histi.
Can: O dönem plak şirketi bize bir ev kiralamıştı ve dördümüz birlikte aynı evde yaşıyorduk. Ankara’dan İstanbul’a gelmişiz, yeni bir hayata başlamışız… Çok garip ama güzel bir dönemdi. Televizyonda ilk kez kendi klibimizi gördüğümüz anı hatırlıyorum; evin içinde birbirimizle dalga geçip çocuklar gibi eğlenmiştik. Ama işin aslı şuydu: Gerçekten bir şey başarmışız gibi hissediyorduk. O heyecan, o gurur çok başkaydı.
Albümden bir şarkıyla devam edelim. “Hoşuna Mı Gitti” çok özel bir enerji taşıyan bir parça. Nasıl desem… Şarkıda yitirilen bir aşka duyulan tutkulu bir yakarış mı var, yoksa karakterin öfkesini mi dinliyoruz orada?
Can: Öfke var ya bence. Öfkeli bir şarkı o.
(Türkmen) Çok hırslı, nefret dolu bir tutkuya benzer bir his veriyor…
Can: Kesinlikle çok yükü olan bir şarkı. Enerjisi yüksek, duygusu sert. Evet, içinde bariz bir öfke var; biraz karşı tarafa hesap soran, yüzleşmeye çalışan bir tarafı var aslında. Ama aynı zamanda o albümün en özel parçalarından biri. Konserlerde çalmaya devam ettiğimiz, bizim de çok sevdiğimiz bir şarkı. Tek kelimeyle: öfkeli.
İçinde Saklı albümünde daha punk rock’a yaklaşan, daha elektrik ve enerjik bir sound var.
Gece albümünde bu tını daha yoğunlaşmış ve olgunlaşmış bir hale geliyor. Belki Türkiye’den Teoman, yurt dışından düşünürsek Leonard Cohen’in I’m Your Man albümündeki tınılara benzetebiliriz. Ardından gelen İyi Niyetli Bir Gün ise genel olarak daha dingin ve sakin bir tona sahip. Burada merak ettiğim şey şu: Bu sound değişimini sizin kişisel yolculuğunuz ve olgunlaşmanızın bir yansıması olarak mı okumalıyız? Sonuçta müziğe çok genç yaşlarda başladınız, yıllar içinde hayat da tecrübe de değişti. Bu albümler arasında duyduğumuz dönüşüm, sizin içsel değişiminizden mi besleniyor?
Gökçe: Tabii ki var. 2008’de İçinde Saklı’yı yaptığımız dönemde biz zaten oldukça yoğun şekilde yurt dışı indie sahnesiyle haşır neşirdik. Albüm de aslında biraz post-punk ruhu taşıyan bir albümdür. O albüm, Ankara’da yaşadığımız ve hâlâ Türkiye’yle tam anlamıyla yüzleşmemiş, daha içe kapalı dört gencin yüksek enerjili döneminin ürünüdür. Sonra İstanbul’a taşındık. İstanbul’a yerleşmek, burada müzik yapmaya çalışmak tamamen başka bir dinamik. Hem kendimizi keşfettiğimiz, hem de bir yandan Türkiye’yi ve müzik piyasasını tanımaya çalıştığımız bir süreçti. Bu yüzden ikinci albüm (Gece) daha içe dönük bir albüm oldu. Beste sürecini Can yürütüyordu ve o dönemde onun da daha içine kapanmış bir ruh hali vardı. Bence hem kendine hem de Türkiye’ye farklı bir perspektiften baktığı bir dönemdi. İyi Niyetli Bir Gün’e gelince… Ben onu bizim olgunlaşma albümümüz olarak görüyorum. Çünkü o dönemde artık şehre alışmış, müzik piyasasını çözmeye başlamıştık. Üzerine de müzikal anlamda çok titizlikle çalıştığımız bir albüm oldu. Yani özetle her albümümüz, bizim değişimimizin, dünyayı algılayışımızın, dünyanın ve toplumun değişmesinin birleşimi olarak ortaya çıktı. Her biri kendi döneminin doğal bir yansıması. Can, sen bir şey eklemek ister misin?
Can: Yooo, tabii ki bu çok doğal bir şey. Her albümle birlikte insan yaş alıyor, değişiyor. İçinde Saklı dönemine bakıyorum mesela… O albüme giren bazı şarkıları yazdığımızda 21–22 yaşlarındaydık. Şarkı sözlerine de yansıyor bu; daha direkt, daha filtresiz, 20 yaşında bir gencin anlatımı var orada. Sonra İstanbul’a taşınmamız, Gökçe’nin de söylediği gibi ikinci albümün sound’unu ve ruhunu şekillendirdi. Hatta ticari olarak en büyük başarıyı da ikinci albümle yakaladık diyebilirim. İşin ilginç yanı, o albümün bir prodüktörü bile yoktu; stüdyoya kapanıp tamamen kendi başımıza kaydettik. Zaman geçtikçe insan kendini tekrar etmek istemiyor. Biz de hiçbir zaman “aynı şeyi tekrar yapalım” demedik. Müziğimiz evrilsin, yeni şeyler eklensin istedik hep. O yüzden evet, her albüm bizim değişimimizin bir yansımasıdır. Gökçe’nin dediği gibi hem hayatı algılayışımız, hem yaşadıklarımız, hem de zamanın ruhu müziğimize hep yansıdı. Biz değiştikçe müziğimiz de değişti, olgunlaştı.
2009 Rock’n Coke nasıl bir tecrübeydi sizin için?
Can: Rock’n Coke deneyimi inanılmazdı. Sahneye çıktığımız an “Tamam,” dedim, “bundan sonra sonsuza kadar burada çalarız herhalde.” Öyle güçlü bir histi. Her yıl burada konser vermeye devam ederiz diye düşünüyorduk, çünkü ortam, enerji, seyirci… her şey müthişti. Sonrası tabii pek düşündüğümüz gibi gelişmedi ama yine de kariyerimde en özel anılardan biri olarak hatırladığım bir tecrübedir Rock’n Coke.

Peki Gökçe’nin ekleyeceği bir şey yoksa (gülüşmeler), o zaman kendi adınızı taşıyan albümünüz Gece’ye geçmek istiyorum. “Yarım” bence albümün en özel şarkılarından biri — hatta az önce Can’la da bunun üzerine konuştuk. Özellikle sözleri…
“Yarım aklım bir sana erdi, yarım kaldı sende olsun değerdi.”
Bu dizelerde çok güçlü bir duygu yoğunluğu var. Daha önce de söylediğiniz gibi, ilk döneminizdeki 21 yaş enerjisinden farklı olarak burada çok daha oturmuş, lirikal açıdan derinleşen bir anlatım görüyoruz. Sadece Yarım değil, 22 başta olmak üzere albümdeki diğer şarkılarda da bu olgunlaşma hissediliyor.
Bu yüzden iki şeyi sormak istiyorum:
Yarım’ın sözlerinin hikâyesi nedir? Nasıl ortaya çıktı, senin için ne ifade ediyor?
Gece albümünün genel aurasını biraz açabilir misiniz? Bu albümün ruhu sizce neydi, sizi o noktaya getiren duygu ve düşünce neydi?
Can: O albüm çok duygusal bir albüm, içinde gerçekten derin ve karanlık bir dünya var. Benim hayatımın da karanlık bir dönemine denk geliyor açıkçası. Grup olarak da çok yoğun ve keskin bir süreçten geçiyorduk; yapmak istediğimiz albüm için ciddi anlamda çalışıyorduk. Ben o dönemde depresif bir ruh halindeydim ve bu doğal olarak şarkı sözlerine yansıdı. Mesela albümün en “eğlenceli” şarkılarından biri gibi görünen “Ben Öldüm” bile aslında söz olarak bakıldığında oldukça karanlık. Genelde şarkıların hikâyelerini anlatmayı sevmem; çünkü dinleyicinin kendi hayal dünyasında, kendi iç dünyasında şarkıya bir anlam katmasını isterim. Ama şunu söyleyebilirim: Bu albüm, benim şarkı sözü yazma tekniğimi keşfetmeye başladığım dönemdir. Kendimi tanıdığım, ifade biçimimi bulduğum yer aslında. “Evet, ben böyle şarkı sözü yazmalıyım,” dediğim nokta burasıdır. “Yarım,” kariyerimizin en özel şarkılarından biri. Biz hala çok severek çalıyoruz, dinleyicinin de şarkıyla kurduğu bağdan bunu hissediyoruz zaten. “22” de aynı şekilde, benzer duyguların içinden çıkan bir şarkı. Bu albümün bir başka özelliği de şu: Bir prodüktörü yoktu. Kimse bize “bunu böyle yapın, şunu şöyle düzenleyin” demedi. Her şeyi içgüdüsel olarak yaptık. O yüzden bu albüm bizim için hem samimi hem de çok gerçek bir yerde duruyor. Zaten belki de bu yüzden bu kadar anlamlı.
Belki de bu albümü asıl özel kılan şeylerden biri de budur. Dışarıdan bir yönlendirme ya da kontrol olmadan, sizin iç dünyanızdan birebir süzülen bir albüm olması…
Can: Evet evet, kesinlikle öyle. Dışarıdan hiçbir müdahale yoktu. Sadece Volkan Gürkan vardı. Kendisi bizim çok sevdiğimiz bir ses mühendisi. Biz grup olarak stüdyodaydık, Volkan sürekli kayıt alıyordu. Babajım Stüdyosu’nu bir ay boyunca kapatmıştık ve her gün orada çalışıp kayıt yaptık. Tam anlamıyla saf bir üretim süreciydi bizim için.
Gökçe: Zaten bazı şarkılara 2009’da çalışmaya başlamıştık ve o iki yıl tamamen üretimle geçti diyebilirim. O dönemde bir ara İstanbul’dan uzaklaşmak zorunda kaldık; şarkıların yarısı Ankara’da, yarısı İstanbul’da ortaya çıktı. Sürekli mekân değiştirerek çalışıyorduk — birimizin evi yok, başkasında kalıyoruz, oradan oraya gidiyoruz… Kısacası oldukça dağınık ama yoğun bir süreçti. Can’ın da çok yoğun bir dönemiydi. Ama şimdi geriye bakınca şunu görüyorum: O zamanlar hayata karşı çakralarımızın daha açık olduğu bir dönemdi. İçimizde başka bir duyarlılık vardı. O hissiyat da doğrudan şarkılara yansımıştı bence.
Can: Müzik endüstrisi de daha netti.
Gökçe: Hayatı algılama biçimimiz o dönemde çok farklıydı. Bazı zamanlar vardır, hayattan çok daha fazla enerji aldığınız, duyguların daha yoğun yaşandığı dönemler… Ve o enerji mutlaka bir yerden dışarı taşar; müzikle, yazıyla, başka ifade biçimleriyle kendini gösterir. O albüm tam olarak böyle bir döneme denk geldi bizim için.
Peki burada bir lyric’e daha değinmek istiyorum. “Sor, sana söyler hayat, cevabın bende dursun.” Her şarkının hikâyesini tek tek açtırmak istemem elbette ama bu dize bence çok özel bir yere sahip. Bu şarkıda özellikle “cevabın bende dursun” derken neyi anlatmak istedin, nasıl bir duygu vardı orada?
Can: Ahmet Dursun’a bir gönderme olabilir tabii (gülüşmeler). Şaka bir yana… Ben hep şuna inanırım: Hayat, biraz bilgisayar oyunu gibi ilerliyor. Yani sen adım attıkça, zaman geçtikçe, yeni seviyeler açıldıkça hayat kendi cevaplarını getiriyor. Bazen bir konu hakkında o anda anlaşmazlık yaşanabilir; insanlar farklı düşünür, farklı hisseder. Ama hayat öyle bir şey ki, zaman geçtikçe doğru cevabı kendi önüne koyuyor. “Cevabın bende dursun” derken anlatmak istediğim şey de tam olarak buydu aslında. Yani “Şimdi tartışmaya gerek yok, şimdi cevabı söylemek zorunda değilim. Hayat zaten bir gün sana cevabı gösterecek. O zamana kadar cevabım bende kalsın…” gibi bir yaklaşım. Bir de beni hayatta en çok zaman kavramı düşündürüyor, hatta biraz da rahatsız eder diyebilirim. Geçmiş, gelecek, şimdi… Zamanın akışı hep zihnimi kurcalar. Bu satırın temelinde de aslında zamanla öğrenmek, bazı şeyleri içselleştirmek ve kendi cevabını zamana bırakmak fikri var. Sanırım böyle bir yerden çıkmıştı bu söz.
Daha yeni bir şarkıya geçeceğim. Bir hissi açıklamanızı istiyorum. "Tatlı bir uyuşukluk hissi bahsettiğim. Ayak parmaklarından kafatasına kadar uzanan."
Can: Bazen şarkı yazarken gerçekten iş gibi çalışıyoruz; oturup cümleler kuruyor, revizeler yapıyor, kelimeleri değiştiriyoruz. Yani şarkı sözü ciddi bir emek ve düşünce isteyen bir süreç olabiliyor. Ama bazen de hiç düşünmeden, içten geldiği gibi dökülen satırlar oluyor. Ben bu tür cümlelerin çok önemli olduğuna inanıyorum, çünkü onlar bilinçaltından geliyor. Düşünmeden yazılan sözler hep daha samimi ve doğrudan oluyor bence. O bahsettiğin satır da tam olarak öyle çıktı. Üzerine hiç düşünülmüş, tasarlanmış bir şey değil. Stüdyoda şarkıyı çalmaya başladığımız anda ağzımdan kendiliğinden dökülen bir cümleydi o. Sonradan fark ettik ki, şarkının duygusal omurgasını kuran yerlerden biri olmuş. Çünkü içgüdüsel gelen sözler, bazen hiç planlamadığın halde şarkıyla çok güçlü bir bağ kuruyor. O satır da öyleydi. Üzerine anlam yüklemeye çalışmadan, tamamen içten gelen bir ifadeydi. Ve bence onu değerli yapan da tam olarak bu.
Bu albümün son konusu olarak 22’nin üzerinde durmak istiyorum.
Can: Abi herif inanılmaz girdi ya…22 benim hayatımdaki en özel şarkım olabilir. Hatta kişisel olarak söyleyebilirim ki, belki de en sevdiğim şarkım odur. Çünkü içinde benim için çok fazla şey barındırıyor. Bestesine ilk Sıraselviler’de çalışmaya başladığımızı hatırlıyorum, o dönem orada prova yapıyorduk. Ben parçanın temelini çalıyordum ama şarkı aslında orada şekillendi diyebilirim. 22 tamamen kişisel bir hikâye taşıyor. Öyle ki, içindeki hikayeyi yakın arkadaşlarım dışında kimseyle konuşmam; anlatmak istemediğim kadar özel bir yerde duruyor. Ama işte tam da bu yüzden çok seviyorum onu.
(Pardon, soru neydi? Hatırlamıyorum ama… (gülüşmeler))
Sözler üzerine…
Gökçe: Ben dışarıdan bir göz olarak şunu söyleyeyim: 22, Can’ın o dönemki ruh halinin en samimi şekilde dışa vurumudur. Öyle dramatik bir “haykırış” değil belki ama kesinlikle çok güçlü bir yansıma. Can o dönemde ne yaşıyorsa, nasıl hissediyorsa bu şarkı onu birebir taşıyor. Albümdeki tüm şarkılar için samimi bir ruh hali var diyebilirim ama 22 bence ayrı bir parantez açılması gereken bir şarkı. Çünkü biz Can’ın o dönemde yaşadıklarını çok yakından biliyorduk. Ve şarkıyı dinlediğimizde hepimiz, “Evet, bu tam olarak o dönem Can’ın ruh hali” diyorduk. Sözlerinde de, melodisinde de bu duygunun ağırlığı var. Galiba bu yüzden stüdyoda da çok doğal aktı süreç. En hızlı bitirdiğimiz şarkılardan biri oldu. Sadece iki ya da üç stüdyo gününde tamamladık. Çünkü herkes şarkının duygusunu ilk andan hissetti ve içinden gelen samimi şeyi müziğe ekledi. O yüzden üretim süreci hiç zorlanmadan, çok doğal ve içten ilerledi. Bir de şöyle bir tarafı var: 22, bugün hâlâ en çok dinlenen şarkılarımızdan biri olmasına rağmen hiç klibi olmayan, hiçbir zaman promosyonu yapılmamış bir şarkı. Hiçbir yerde özellikle öne çıkarmadık. Sadece bir filmde kullanıldı o kadar, o da yıllar sonra. Yani tamamen kendi kendine büyümüş, yolunu kendi bulmuş bir şarkı. Bence bunun sebebi de şu: Samimiyet dinleyiciye geçiyor. 22 tam olarak böyle bir şarkı.

O zaman Gece albümünü kapatırken, sizin kariyerinizde de farklı bir döneme açılan bir yere gelmek istiyorum. Aynı zamanda bu dönem benim de Gece ile tanıştığım dönem. Yıl 2013. Annemle bir AVM’de kasada sırada bekliyoruz. Kasaların yanında dergi reyonu vardı ve ben 8 yaşında hiperaktif bir çocuk olarak sırada beklemekten nefret ederdim; her seferinde etrafı karıştırırdım. Dergi reyonunda futbol hastalığım yüzünden U20 Dünya Kupası özel sayısı gözüme çarptı. İnanılmaz bir ısrarla anneme aldırdım o dergiyi. Aradan 12 yıl geçti ve o sayıdan aklımda iki şey kaldı: Birincisi turnuvanın yıldız adayı Paul Pogba, ikincisi ise “Gece – Yıldızlar Buradan Yükseliyor” yazısı. O yüzden özellikle o döneme dair duygularınızı merak ediyorum. Bu proje nasıl gelişti? “Yıldızlar Buradan Yükseliyor” süreci nasıl başladı? O dönem bir yarışma mı açılmıştı, nasıl dahil oldunuz?
Gökçe: Yok, o proje bir yarışma değildi; doğrudan plak şirketimiz üzerinden bize geldi. O dönem Sony Müzik ile çalışıyorduk ve Sony zaten turnuvanın sponsorlardan biriydi. Bize “Böyle bir proje var, düşünür müsünüz?” diye sordular. Biz de “Neden olmasın?” dedik çünkü futbolla da aramız iyiydi zaten. Şarkıyı yine Can besteledi, Eren de vokal kayıt ve düzenleme kısmında yardımcı olmuştu diye hatırlıyorum. Evde çalışmaya başladık ve şarkı kısa sürede marş havasına büründü. Gerçekten çok hızlı ortaya çıkan bir iş oldu. O dönem zaten sıcaktık; çünkü İyi Niyetli Bir Gün albümü üzerine çalıştığımız zamana denk geliyor. Ya hemen öncesi ya da hemen sonrasındaydı, o civarlar… Zaten stüdyo disiplininin en yoğun olduğu dönemlerimizden biriydi. Şarkıyı yaptık ve içimize çok sindi. Zaten içine sinmeyen hiçbir işi kabul etmeyiz. Güzel oldu, doğru hissettirdi ve biz de yayınlamak istedik. Şarkının hikâyesi aslında bu kadar doğal ve hızlı gelişti.
Can: O proje denince benim aklıma da direkt Pogba geliyor. Çünkü o şarkı bizim için sadece basit bir proje değildi; Pogba’nın dünyaya ilk kez adını duyurduğu dönemle yan yana duruyor hafızamda. Final maçının devre arasında stadyumda canlı çalmıştık şarkıyı. Pogba’yı da sahada ilk o zaman izledik. Zaten futbolu çok seviyoruz, sahada da böyle inanılmaz bir herif var, daha o yaştan herkesten farklı olduğu çok belli. Müthiş bir fizik, çok hızlı, çok yetenekli… “Bu çocuk başka” diyorsun izlerken. Final maçı Galatasaray’ın stadında oynanmıştı. Devre arasında sahaya çıktık ve şarkıyı çaldık. Bizim için çok keyifliydi çünkü futbol seviyorsun, müzik yapıyorsun ve ikisi aynı anda hayatında kesişiyor… Hem de dünya kupası atmosferinde. Daha ne olsun? Bu arada ilginç bir detay: O turnuva, FIFA tarihine “en az seyircili U20 Dünya Kupası” olarak geçti. Çünkü doğru düzgün tanıtım yapılmamıştı. Düşünsene, sahada Pogba oynuyor ama tribünler boş. Çok tuhaf ama bir yandan da hatırlaması eğlenceli bir anı bizim için.
O zaman biraz da klip üzerine konuşalım. Zaten söylediğiniz gibi çekimler Galatasaray’ın stadında yapıldı. Lokasyon seçiminin de final maçından dolayı tercih edildiğini tahmin ediyorum, değil mi?
Can: Evet, klip konusu biraz Federasyon’un da yönlendirmesiyle şekillenen bir süreçti. Türkiye Futbol Federasyonu ile birlikte yürüttüğümüz bir projeydi zaten. Final maçı Galatasaray’ın stadında oynanacağı için, video klibin de orada çekilmesi çok doğal ve doğru bir tercih oldu. Klipte Samet Aybaba yer alıyordu, o dönem turnuvada görev alıyordu. Ayrıca Salih Uçan da yeni yeni parlıyordu, henüz U21 takımındaydı diye hatırlıyorum. Klipte yer alan oyuncu grubunun büyük kısmı da U20/U21 kadrosundaydı. Biz zaten Beşiktaşlı olduğumuz için klipte Samet Aybaba’nın yer alması ayrıca hoşumuza gitmişti. Bu arada klibin yönetmenliğini de Samet Aybaba’nın kızı Gülşen yaptı. Kendisi bizim çok yakın arkadaşımızdır. O süreçte yaşadığımız her şey aslında çok güzel hatıralar bıraktı bizde. Sonrasında Türkiye Futbol Federasyonu’nun tanıtım gecelerinde de sahne aldık. Futbolu seven bir grup olarak bizim için gerçekten hem eğlenceli hem de keyifli bir dönemdi.
Bir diğer özel projenizle devam etmek istiyorum: TikTak ve İstanbul Blue Night. Bu süreç nasıl başladı, teklif size kimden geldi ve proje nasıl şekillendi?
Can: Evet, o proje bir marka iş birliği olarak başladı. Bir alkol firması bir plak serisi hazırlamak istiyordu ve bu seriyi bizimle başlatmak istediklerini söylediler. Tam da o dönemde elimizde “TikTak” vardı. Şarkıyı daha önce yazmıştık ama albüme koyamamıştık çünkü bize göre henüz tamamlanmamıştı. Bu teklif gelince dedik ki: “Tamam, şimdi zamanı. Bu şarkıyı bitirebiliriz.”
Hemen stüdyoya kapandık ve Ozan Tügen ile birlikte Babajim Stüdyoları’nda kaydettik TikTak’ı. Sonra da proje kapsamında plak olarak basıldı. Hâlâ konserlerde çalıyoruz. Benim için özel bir şarkı, gerçekten çok sevdiğim parçalardan biri. Hem modern bir havası var hem de duygusu bizde çok karşılık buluyor. Aslında elimizde vardı ama bitmemişti; teklif gelince ortak bir enerjiyle tamamlandı diyebilirim. Bu arada TikTak yine zaman temalı bir şarkı. Zamanla ilgili bir takıntım var zaten (gülüyor), bahsetmiştim. TikTak’ın içinde de yine o zaman vurgusu çok baskındır.

Kalbe Kördüğüm albümüne geçmek istiyorum. İlk üç albümünüzde belirgin bir gelişim çizgisi vardı, hem müzikal olgunlaşma hem de kişisel dönüşüm süreçleri hissediliyordu. Ancak Kalbe Kördüğüm’de bu çizgiden farklı olarak daha alternatif, daha chill ve modern bir sound görüyoruz; hatta yer yer alternatif rock tınılarına yaklaşan bölümler var. Bu noktada şunu merak ediyorum: Bu sound değişiminde Harun Tekin’in aranjörlük katkısının bir etkisi oldu mu? Bu yönelim bilinçli bir tercih olarak mı ortaya çıktı — yani "artık müziğimizi biraz güncelleyelim" gibi bir karar mı aldınız — yoksa yaratım sürecinin içinde kendiliğinden, spontane gelişen bir şey miydi?
Can: Aslında Kalbe Kördüğüm albümünü kaydetmeye başladığımız dönemde Harun’la zaten geçmişten gelen çok yakın bir dostluğumuz vardı. Albümü birlikte üretme fikri ortaya çıktığında öyle baştan uzun uzun planlanmış, “şöyle yapalım, böyle kuralım” diye tasarlanan bir süreç olmadı. O dönem Pentagram’ın Fikirtepe’deki stüdyosunda çalıştık, stüdyonun kentsel dönüşüm başlamadan önce son dönemleriydi. Harun’la beraber stüdyoya kapandık ve 2-3 ay boyunca şarkıları defalarca çalarak şekillendirdik. Harun'un da tabii çok kendine özgü içinden gelen bir sesi var. Müzikal bir yaklaşımı var. Bunun bir dokusu var. Orada aslında onun dokusuyla grubun dokusu iç içe geçiyor. Bu etki özellikle “Kalbe Kördüğüm” şarkısında çok net duyulur. O şarkıda hem Harun Tekin tınısını hem Gece’nin tınısını aynı anda duyarsınız. Çünkü Harun gibi “dominant” bir sanatçıyla çalıştığınız zaman ortaya çıkan şey sadece prodüktör dokunuşu olmuyor; iki ayrı müzikal enerjinin buluşması oluyor. Bu yüzden de albüm sound olarak kariyerimizde farklı bir yerde duruyor. “Ne Güzel Delirdim” benim çok sevdiğim bir şarkıdır. O şarkının vokal kayıtlarının hikayesi bile ilginçtir. Harun’un evinde alınan demo vokaller var şarkıda. Bilgisayarın kablosu kısa geldiği için eğilerek söylemiştim, tamamen spontane bir andı. Sonra o vokali öyle sevdik ve hiç değiştirmeden bıraktık. Böyle anılarla dolu bir albüm süreciydi. Harun bizim çok sevdiğimiz bir müzisyen ve dost. Onunla bu albümü yapmak hem müzikal hem duygusal açıdan bizim için çok değerli bir deneyimdi. O yüzden Kalbe Kördüğüm’ün diğer albümlerimizden farklı hissettirmesi çok doğal.
Can’ın solo kariyerine yönelmek istiyorum. “Her Şey Geçer” mi?
Can: Abi geçer. Her şey geçmek zorunda çünkü hayatın dinamiği böyle. Hayat dediğin şey sürekli değişim üzerine kurulu. Zaman insanı da değiştiriyor, bakış açısını da… Kendi hayatıma dönüp baktığımda “Bu işin içinden nasıl çıkacağım, bu sorun nasıl çözülecek?” dediğim her şeyin bir şekilde hallolduğunu gördüm. O anda çıkış yolu yokmuş gibi görünür ama zaman mutlaka bir kapı açıyor. Aynı şeyi insanlık tarihi için de hissediyorum. En büyük krizler bile bir şekilde geçiyor; dünya dönmeye devam ediyor. “Her Şey Geçer” albümünün adı da tam olarak buradan geliyor. Ben o albümde her şeyin geçeceğine, hatta iyiye doğru evrileceğine dair bir anlatı kurdum. Yani o bir umutsuzluk cümlesi değil, tam tersine umutla bağlantılı bir kabulleniş aslında.
Teoman’la çalışma sürecin nasıldı? Gelecekte Gece & Teoman ortaklığında yeni bir çalışma görme ihtimalimiz var mı? Böyle bir plan ya da ihtimal konuşuluyor mu?
Can: Teoman, bu ülkede en beğendiğim şarkı sözü yazarlarından biri. Dışarıdan bakınca “çalışması zor” biri gibi görünebilir ama stüdyoda tanıdığım en disiplinli ve profesyonel müzisyenlerden biridir. İstanbul’a taşındığımızdan beri zaten tanışıyoruz; kendisi şahsına münhasır, çok özel bir insan. Onunla birlikte bir şey yapmak beni gerçekten mutlu etti. Albümü dinlettiğimde şarkıya anında yükseldi; üstelik sözler de bence tam Teoman’ın ağzına yakışacak türdendi, bu yüzden işbirliği çok anlamlı oldu. Biz Gece olarak daha önce Nilüfer’le birlikte “Başıma Gelenler”i söylemiştik; geriye dönüp bakınca o çalışma bize büyük gurur veriyor, kariyerimizde değerli bir çentik olarak görüyoruz onu. Solo kariyerimde Teoman’la bir şarkı söylemiş olmak da beni aynı derecede mutlu ediyor.
Can, Nilüfer düetine zaten çok güzel değindin, onu ben sormadan anlatman da hoş oldu. Şimdi bir diğer özel çalışmanıza gelmek istiyorum. Kargo’nun unutulmaz eseri “Şairin Elinde”yi hem siz hem de Teoman coverladınız ve ortaya iki tamamen farklı yorum çıktı. Teoman’ın versiyonu daha sert bir vokal ve klasik rock tınıları taşırken Gece yorumu daha elektronik, atmosferik ve derin bir sound barındırıyor. Hatta sizin versiyonunuz, Gece külliyatında daha önce pek karşımıza çıkmayan deneysel bir tarza sahip. Bu noktada şunları merak ediyorum: Sound seçimini nasıl belirlediniz? Şarkıya bu elektronik ve duygusal atmosferi verme fikri nasıl doğdu? Grup içinde “bu şarkıyı böyle yapalım” diyen ilk kişi kimdi?
Gökçe: Aslında “bir fikir çıktı ve onun peşinden gittik” gibi olmadı süreç. Şairin Elinde’yi çalışırken birkaç farklı yaklaşım denedik; çeşitli versiyonlar üzerinde uğraştık. Sonunda da içimize en çok sinen, şarkının duygusunu en güçlü taşıyan versiyonda karar kıldık. Sound’un biraz daha elektronik ve atmosferik olması da bilinçli bir tercihti aslında. O dönem hepimiz 80’lerin synth tabanlı müziklerine daha fazla ilgi duymaya başlamıştık, o etki doğal olarak şarkıya yansıdı. Bir şarkıyı coverlarken en önem verdiğimiz şeylerden biri şu: Onu birebir kopyalamak yerine yeniden yorumlamak.Orijinaline saygı duyarak ama Gece’nin dünyasına taşıyarak yapmak istiyoruz. Cover yaparkenki biz nasıl isek ona göre yoğurarak tabii. Çünkü aksi halde sadece şarkıyı tekrar etmiş oluyorsun, buna da gerek yok. Biz şarkının ruhunu alıp formunu kendimize göre yeniden kurmayı tercih ediyoruz. Şairin Elinde bizim için çok özel bir Kargo şarkısıydı. Onu alıp o dönem biz kimsek, nasıl hissediyorsak öyle yeniden yorumlamak istedik. Ortaya çıkan şey de tam olarak buydu. Can sen bir şey eklemek ister misin?
Can: Değiştirmek istiyoruz. Yani aslında biz cover yaparken şarkıyı olabildiği kadar kendimize benzetmek istiyoruz. Orijinalinden farklı kılmak ve orijinali ile yarışmamak ama "Bakın aslında bu böyle de oluyor."u göstermek istiyoruz.Cover yapmak aslında bizim çok sevdiğimiz bir şey ve bence "Gamsız" coverı da, Nilüfer'le yaptığımız "Başıma Gelenler" coverı da çok sevildiler. Onları dinlediğim zaman ben hala çok mutlu oluyorum. “Şairin Elinde”’yi yapmaya karar verdiğimizde de garanti bölgede durmak istemedik. Tam tersine, “risk alalım, zorlayalım, şarkıyı nereye çekebiliriz, neye dönüşebilir?” diye düşündük. Gökçe’nin söylediği gibi 80’ler synth dünyasından izler var o versiyonda, çünkü o dönem bizi ne etkiliyorsa şarkıya da o yansıyor. Bizim için cover’da en önemli şey şu: şarkıyı kişiselleştirmek ve kendi ruhumuza göre yeniden anlatmak. O “bizden bir şey katma” kısmı olmazsa olmaz diyebilirim. Evet, sonuçta ortaya çıkan şey güzel olmak zorunda; ama sadece güzel olmak yetmez, yeni bir bakış açısı sunması da gerekir. “Şairin Elinde”de de bunu yapmak istedik. Farklı bir yerden göstermek istedik şarkıyı. Bir de Koray çok yakın bir dostumuz olduğu için proje bitene kadar kendisine dinletmedik. Biz bitirene kadar hiçbiriniz dinlemeyeceksiniz dedik. Çünkü hiçbir şeyin etkilenmesini istemedik.
"Gaddar dünya arsız mı yaptın bizi?” (Gamsız lyrici). Arsız'ın doğuşu nasıl oldu? Arsız'ın doğuşunda grubun tekrar cover için toplanmasının etkisi oldu mu?
Can: Aslında Kargo tribute albümü için “Şairin Elinde”yi kaydederken, bir yandan da kendi içimizde konuşmaya başlamıştık: “Birlikte tekrar bir şeyler yayınlayalım, konserler verelim, sahneye dönelim.” Çünkü gerçekten çalmayı ve seyirciyle bir araya gelmeyi özlemiştik. O dönemde sürekli birbirimize yeni fikirler, şarkı taslakları yolluyorduk. Bir gün Gökçe’den üç dakikalık bir müzik geldi. İçinde bir loop bass vardı—o bas riffi Arsız’ın omurgasını oluşturdu. Hepimiz o riff’e yükselince dedik ki: “Tamam, bu şarkıyı hemen yapalım.” Diğer şarkıları bir süre bırakalı ve gaza basıp Arsız’ı yapalım. Çünkü kendi aramızda şeyi konuşuyorduk, ülkenin son dönemlerde içinden geçtiği süreçte hayatın içindeki eğlenceyi, mutluluğu, şımarıklığı unuttuk. Dinlediğimiz rock ya da alternatif işler de hep karanlık, mutsuz ve düşük enerjiliydi. Ama biz aslında Genç insanların hayat enerjilerini ve onların hayatlarını çok önemsiyoruz ve biz ilk albümümüz kadar yüksek enerjili pozitif hissettiren bir şarkı yazmayı konuşuyorduk. Derken Gökçen'in o bass riffi bize aa evet bak burada o duygu var, bu tamamen pozitif bir enerji, bunun içinde hiçbir karanlık yok gibi bir şey hissedince oturup şarkı üzerine çalışmaya başladık. n başından beri aramızda konuştuğumuz şey de sadece pozitif bir şeyden bahseden bir şarkı yapmak. Yani içinde hiç kötücül, karanlık, bizi mutsuz edecek hiçbir şeyden olmadığı, biraz bizi böyle gerçekliğin dışına çıkartacak, insanlara güzel bir enerji verecek bir şarkı yapmak istiyorduk. Arsız böyle başladı. Sonra da Efe Bahadır'la birlikte çalıştık. Efe Bahadır bizim İyi Niyetli Bir Gün albümünün, Nilüfer'le söylediğimiz Başıma Gelenler şarkısının prodüktörü. Aynı zamanda Ben Öldüm'ün de prodüktörü. Ben Öldüm'ün prodüktörü değil ama Ben Öldüm'de de Efe'yle çok paslaşmıştık düzenlemede. Sonra Efe'yle konuştuk. Daha sonra da çok hızlı bir şekilde stüdyoya girdik ve onu kaydettik. Benim için dışarıdan bakınca şey de orada çok hoşuma gidiyor. Yani popüler müzik dünyasında bu kadar bas gitar üzerine kurulmuş bir şarkı duymuyordum. Ve mesela sadece bas gitarı üzerinden hikayenin anlatıldığı böyle retro-funk pop bir şarkı olması beni kişisel olarak mesela çok tatmin ediyor Arsız'la ilgili. Sözlerde de aynı şey geçerli: Bizim şarkı sözlerine bakınca hep edebi derinlik, metafor, karanlık anlatım görürsün. Solo işlerimde de öyle. Ama Arsız bambaşka bir yerde duruyor. Çok doğrudan, çok apaçık bir duygu anlatıyor: "Abi bazen bu kadar nettir hayat", "Bu kadar basit bir duygu da var." anladın mı. Bu duyguyu hiç öyle karambole girmeden bu kadar net söylemiş olmak da benim hoşuma gidiyor.
O zaman son soruya geçiyorum. Gece'den bir gün Beşiktaş marşı görme fikrine ne diyorsunuz?
Can: Gökçe’yle ikimiz de Beşiktaş’ı çok yakından takip ediyoruz. İkimiz için de Beşiktaş'ın gerçekten hayatımızda özel bir yeri var. Hatta şöyle söyleyeyim: Beşiktaş, benim kişisel huzurumu ve mutluluğumu etkileyecek kadar büyük bir yere sahip hayatımda. Aslında bir dönem Beşiktaş yönetimiyle böyle bir proje üzerine konuşmuştuk, ama sonra konu havada kaldı, ilerlemedi. Ama şunu çok net söyleyebilirim: Beşiktaş için bir şey yapmak hâlâ en büyük hayallerimizden biri. Bu illa şarkı olmak zorunda da değil; kulüp için herhangi bir katkı sunma fırsatımız olursa…
Gökçe: Can orta sahanın ortasında ön libero olarak oynayabilir mesela.
Can: Her şeyi yaparız. Dediğim gibi sadece bir şarkı falan da değil, Beşiktaş'a katkı verebilecek ne olursa olsun hiçbir şey beklemeden canı gönülden yaparız. Çok da mutlu eder beni, çok mutluluk duyarım yani. Gökçe benden daha da mutlu olur.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim.
Can:
Biz de çok teşekkür ediyoruz sana ve bütün Listenary ekibine. Gerçekten çok keyif aldığımız bir sohbet oldu. Ayrıca sizi konsere davet etmek istiyoruz, hepiniz bizim için çok kıymetlisiniz. Sizi çok seviyoruz. Sizin aracılığınızla da herkesi 25 Ekim'deki İF Beşiktaş konserine çağırıyoruz. O gece bir buçuk saat boyunca gerçek dünyadan kopacağımız, tamamen müziğe ve enerjiye teslim olacağımız bir konser planlıyoruz. Sahne performansı, dekoru, ışığı… Her detayını özellikle düşündüğümüz, çok özenli bir konser olacak.
Tüm takipçilerinizi bekliyoruz.
Bütün ekibe selamlar, sevgiler! ❤️



Yorum Bırakın