Savaş sonrası yılların ardından insanların yaşadığı yoğun isyan ve idealizm gücü ile hissedilmeye başlanılan özgürlük hissi veya isteği hayatta etkili olmaya başladı ki sanatta bu yönde şekillenmeye başladı. 1950’li yılların sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıkan ''Nouvelle Vague-Fransız Yeni Dalgası'' bu duyguların altından modern sinema algısının oluşmasında en büyük adımlardan birini attı. Bir kesimin düşüncesiyle ''modern sinema kavramını'' zaten kendisi yarattı. Yeni dalga hakkında yakın bir örnek vermek gerekirse ''Dogma 95'' gibi yönetmenlerin toplanıp maddelerini listeledikleri bir manifesto değil –bu manifestoya imzalarını atan yönetmenler dahi sadık kalmadı- aksine seyircinin de gözlemlediği özellikleriyle kategorize edilerek akımda yerini almış filmlerden oluşur. Günümüzden izlediğiniz bir filmde siz de bu akımdan izler taşıyan bir film olduğu hissine kapılabilirsiniz.
Yeni dalganın oluşumu Truffaut’nun film dergisi Cahiers du Cinéma’daki bir grup eleştirmenin Fransız stüdyo filmlerinin ötesinde yeni bir sinema dili oluşturmak adına yaptığı çağrıyla başladı, 1930’lu yıllar sinemasının şiirselliğine duyulan saygı eşliğinde. Yönetmenler kameranın arkasına geçip emir veren konumlarından kalkıp kendilerini çektikleri filmin içinde buldular. Demek istenilen başka biri tarafından yazılmış bir senaryoyu yönetmek yerine artık kendi senaryolarını da yazmaya başladılar, çoğu yerde ise doğaçlamadan faydalanarak. Bu şekilde stüdyo filmlerine göre düşük bütçeyle de çekimi gerçekleşebilen filmler senaryo konusunda da çekim yöntemleri kadar özgür olabildiler. Kısacası daha bireysel filmler ortaya çıkmaya başladı, bu durum varoluşçuluk akımına da bir destek oldu ve sinemanın sanat olduğu düşüncesi kuvvetlenmeye başladı.
Yeni dalga denilince akla gelen yönetmenlerin başında Jean-Luc Godard, François Truffaut, Alain Resnais ve Claude Chabrol söylenir ama sinemaseverler Agnès Varda ismini de unutamazlar. Günümüzde ''yeni dalga akımının büyük annesi'' olarak anılan Varda aslında bu akım içindeki tek kadın yönetmendir ayrıca bir feministtir ve filmlerine de bunu yansıtmıştır.
Godard’ın 1960 yılında yönettiği ''À Bout de Souffle-Serseri Aşıklar'' modern sinemanın kurucusu ve yeni dalganın ilk filmi olarak anılsa da aslında Agnès Varda’nın 1955 yapımı filmi ''La Pointe-Courte-Paralel Yaşamlar'' bu akımın ilk filmi olarak kabul edilir. Bu filmin ardından ise 1962 yılında filmimiz ''Cléo de 5 à 7'' ortaya çıkmıştır.
Filmimiz, Fransa’da ünlü bir şarkıcı olmaya başlayan asıl adı Florence olsa da Kleopatra’yı anımsatması için kendisine çevresinin Cléo dediği ve kendi içinde de güzelliğinin etkisinde olan karakterimizin gerçek zamanlı olarak bizimle geçirdiği iki saatini anlatır. Yeni dalga akımında gözlenen seyircinin algılarının filmde kalması için yapılan göndermeler bu filmimizde 5-10 dk gibi sürelerde saatin bize hatırlatılması halinde görülebilir, böylece sizde bir şekilde filmin bir parçasısınızdır, hayatlarınız o an için aynı zaman kavramında ilerler.
Filmimiz kısa-sessiz başka bir filme de ev sahipliği yapıyor. Bir anda Jean-Luc Godard’ı siyah gözlükleri ile filmin içinde buluyorsunuz ve tabi ki Anna Karina ile birlikte. Daha önceki filmlerde gözlenmeyen başka eserlere yapılan saygı duruşları artık yeni dalga ile kendini açıkça göstermeye başlıyor. ''Un Chien Andalou-Bir Endülüs Köpeği'' filminin afişini kısa bir an filmin içinde görebilirsiniz.



''Bu kart mutlaka ölüm değil. Bu, tüm varlığınızın tam bir dönüşümü anlamına gelir.''
Siyah-beyaz olan filmimiz, tek renkli çekim sahnesi olan tarot kartları ile başlıyor. Kanser olduğundan şüphelenen ve öğrenmesine iki saati kalan Cléo, Paris sokaklarında ölümden kaçmaya başlamadan önce son umudu tarot kartları. Sürekli öğrenmeye başlayıp bıraktığım bu kartlar için dokuz kart seçmek gerekiyor. Üç kart geçmiş, üç kart şu an ve üç kart gelecek için… Biz tarot kartlarında kanser belirtilerini görüyoruz ama aynanın karşısına geçip güzelliğin ölmeyeceğini düşünerek kendini avutmaya çalışan karakterimizin daha sonrasında Paris sokaklarında kırılan bir cam ile ölümü görmesi ölüme karşı olan inancını artırıyor. Burada ayna-cam arasındaki güzellik ve ölüm geçişleri en sevdiğim imgelemelerden. Modern çağ insanlarının ölüm düşüncesine olan tepkilerini ve içlerindeki ölüm korkusunu gözlemleyebilirsiniz. Bu bakış açısı daha sonraki Agnès Varda filmlerinde de gördüğümüz gibi aslında yönetmenin kendi içindeki ölüm korkusundan da kaynaklı.
''Kuklamın değişmeyen yüzü... Şu anlamsız şapka. Kendi korkularımı göremiyorum. Herkesin bana baktığını düşünüyorum. Sadece kendimi düşünüyorum. Bu beni tüketiyor. ''
Çevresinden, yaşadığı ölüm korkusunun şımarıklık olarak algılanmasına dayanamayan Cléo artık tek başına sokaklara düşüyor. Yeni akımda gözlemlenen ''modern kadın'' imajını filmimiz de destekliyor. Cléo karakterinde de gördüğümüz gibi ya da taksi şoförlüğü yapan kadınlar veya heykeltıraşlara nü pozlar veren Cléo’nın arkadaşında olduğu gibi. Ölüm korkusu ise yeni tanıştığımız ve kendisi için ''Antonius'' haline gelen bir yabancı ile içimizden sıyrılmaya başlıyor. Sonunda kanser olup olmadığını öğreniyoruz ama Cléo’nın hayatı ile olan kesişimimiz sadece 2 saat olduğu için kendimizi kendi yaşantımıza dönmüş halde buluyoruz.
"Les Fiancés Du Pont Macdonald" short film by Agnès Varda
Yorum Bırakın