Ahmet Telli'nin Kaleminden Şiir Olarak Dökülen Paris Komünü'nün Öyküsü

Ahmet Telli'nin Kaleminden Şiir Olarak Dökülen Paris Komünü'nün Öyküsü
  • 2
    0
    0
    0
  • Bugün hayatta olan önemli toplumcu şairlerimizden Ahmet Telli, romantik ve başkaldıran kişiliği ile eşsiz edebi mısralar sunuyor sevgili okuyucularına. "Kavgadan uzak kalmışsan, sevdadan da uzaksın demektir." diyerek kendisini özetlemiş desek yeridir. Acının, kavganın, zulmün ve sevdanın şairi olan Ahmet Telli, Dövüşen Anlatsın isimli şiir kitabında, eşi benzerini bulamayacağımız bir eser sunuyor bize; Paris Komünü'nün kanlı öyküsü. Paris Komünü, 1871 Fransa'sında yalnızca iki ay iktidarda kalabilmiş olan sosyalist bir hükümettir. Ezilenlerin tarihteki ilk iktidarı olmaları nedeniyle, dünya tarihinde Paris Komünü'nün önemi hatırı sayılır derecede büyüktür. İktidardan düşürülmeleri epey kanlı olan Paris Komünü'nün öyküsü, Ahmet Telli'nin kelimeleriyle sizlere edebi ziyafet yaşatacak bir şiire dönüşmüş. Biz de bu benzersiz tarihi-edebi eseri sizlerle paylaşmaktan kıvanç duyuyoruz: Ey tarih, kalmadı acının sözlüğünden öğreneceğimiz şimdi kıyametin koptuğu günlere götür bizi artık … Ve zulüm bitmedi daha << 18 Mart sabahı, Paris şu gök gürültüsüyle uyandı: (VIVE LA COMUNE!)>> Yorgun bedenini toprağın soğuk karnında nasıl dinlendirirse durgun bir göl ve nasıl bırakırsa kendini gölün ortasında suyun öpüşken dudaklarına bir nergiz öylece vermişti sessizliğin ellerine kendini sabrı demleyip duran bir derviş gibi gece Sessizliğin ve bekleyişin katran gibi yayıldığı ve yayılıp bütün sokakları caddeleri varoşları boğduğu bir suskunluktu bu Yaprak kıpırdamıyor soluk bile almıyordu kent Tam bu anda birdenbire parçalandı sessizliğin billur fanusu Birer masal canavarı gibi dörtbir yandan ışıklar saçarak çığlık çığlığa böldü geceyi panzer sesleri Ve on dokuz yaşlarında bir çocuk çığlıklarla uyandı düşlerinden "Zulüm ıslık mı çalıyor" dedi korkuyla "zulüm ıslık mı çalıyor sokaklarda" Ve tam o anda grev davulcusu vurdu ilk tokmağı gerilmiş karnına davulun Sonra annesinin yumuşak okşayışlarıyla çekildi çocuk güvenliğin dingin sularına Grev çadırlarının kurulmakta olduğu fabrikayı çelik zırhlı teneke yürekli şövalyeler gibi saran panzerler yaralı bir hayvan gibi çığlık atıyordu aralıksız Sanki firavun saraylarının kubbelerinde göktanrı kırbaç sallıyor ve köleler pramitlere taş çekiyorlardı Denebilir ki bir kıvılcımla tutuşacaktı bütün orman başlayacaktı belki de o an bir büyük yangın Ve o gece annesinin kucağında ilk tarih dersini dinledi çocuk grev davulcusundan: "Zulmün bir engerek yılanı gibi ağulayarak acılaştırdığı hayat her sabah harmanisini güneşe açıp göğsünü bir ana gibi verdi dünyaya ve biz her sabah her akşam onun biberli okşayışlarıyla yatırıldık solgun kundağına umudun Biz ki habil ile kabil kavgasından beri -hatta çok daha önceleri buğdayın aynı değirmende öğütülüp ayrı ambarlara konuluşundan beri- kıtlıklara kıyımlara uğratıldık Babil'in asma bahçelerini semiramis'in hüznüne ağdıran ve dağlar yarıp gül bahçelerini sulayan bizlerdik Ve ilk kez kendi suretimizi harelenen bir suda gördüğümüz vakit insana benzediğimizi anladık O gün bugün kendimize ait bir yüzümüz kendimize ait olmayan bir gücümüz oldu ve dövüş işte o zaman başladı asıl yani insan olduğumuzu bildiğimiz vakit Ama hiçbiri yazılı değildir bunların kutsal kitaplarında peygamberlerin ki tarih işin aslını o gün biliyordu bugünse öğretiyor bize İnsan cesur olmazsa tanrı pervasızdır acımasız buyurgan ve kahredendir o Oysa gılgameş bir kılıç darbesiyle ayırmıştı tanrıları insanların dünyasından Ama onlar hiçbir zaman uymadılar buna yeni yeni peygamberler gönderip acıyı ve zulmü daim kıldılar ve böylece sürüp gitti aralıksız tanrılarla insanların kavgası Denebilir ki gılgameş'ten bu yana tanrılar ve krallarla dövüşmekteyiz ki zaman acının simyacısı olmuştur ve bir derviş gibi çevirmektedir zulmün kirmenini Tanrıların ve kralların elinde yılan dilli bir kırbaçtı zulüm şaklayıp durdu binlerce yıl ağulu bir diken gibi yaktı etimizi ve biz ta ilk mülkiyetten beri tanrılar ve krallar adına katledildik yerin altında buğday ambarları yerin üstünde altın kubbeli saraylar kurduk onlar için Onlar için nil vadisinden lotüsler taşıdık geceyi kösnülleştiren fakat zincirlerimizden başka kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadı ama yine de eksilmedi etimizden şaklayıp duran kırbaç sesleri Her kırbaç sesi bir şimşek çakışına döner mi kölenin gözünde dönerse yer yarılır gökyüzü mutlaka buluşur mu eski sevgilisiyle ama ölüm yine de kutsallaşıyordu kölenin gizli dünyasında Bir gün romalı gladyatörler bir gerilla gibi sokulunca buğday tüccalarının ambarlarına tanrılar biraz daha gaddar krallar biraz daha zorba oldular Ama biz yine de geri durmadık tarihin tekerleğini döndürmekten izin vermedik hayatın karartılıp gökyüzünün çoraklaştırılmasına çoğalttık gökte yıldızları yerde ateşböcekelerini ve yüreğimizde içimize sığmayan sevdaların cehennemleşen yalımını Ama zaman bir derviş gibi çeviriyordu hala kahrın ve acının kirmenini Acıyı bir zakkum gibi tadanlar yeni acıların da ustası olmalıdırlar ve zaman denilen dizginsiz tayın rüzgarlı yelesine uzanıp sağrısını mahmuzlamalıdırlar şişirmelidirler ciğerlerinin yelkenlerini tarihin uğuldayan rüzgarıyla çünkü tarih bedeli acılarla ödenen bir akıştır ve tanrılar hiç durmadan yeni peygamberler gönderip durdurmak istemişlerdir bu akışı Onların ırmağı geri döndürmeleri ve ölü diriltmeleri bundandır bundandır ki zamanı tapınakların kandillerinde donuk ve yap kokulu bir bekleyiş kılmanın tek adı vardı: - İhanet Alman köylüleri luter'in ihanetini yüz otuz bin ölüyle ödemişlerdi oysa daha sönmemişti flandre'da jacop peyt'i yakan ateş onlar da katilina ve spartaküs gibi vermişlerdi yorgun bedenlerini toprağın soğuk karnına Fakat ta gılgameş'ten bu yana yanan yüreklerle tutuşmuştu artık dünyanın dörtbir yanındaki ormanlar Isınıyordu gittikçe yeryüzü yuvarlağı ısınıyordu toprak ısınıyordu hava ve gittikçe büyüyen bir çığ gibi deviniyordu tarihin zoru Ama simyacının büyülü tutkusunda bakır altına altın zulme dönüyordu ve zulüm eğiriyordu durmadan acının ipliğini Ol devran buhar ve makine krallarının sultasına hazırlıyordu bizi Ticaret ve sanayi imparatorlukları birer ahtapot gibi uzatıyorlardı dünyanın dörtbir yanına kollarını Ve tanrı denilen on bin yaşındaki bunak uzun ve kirli tırnaklarını bir vampir gibi batırarak emiyordu hala beynimizin özsuyunu ve yeryüzü krallıklarıyla ortak bir anayasası vardı saltanatı ol devranda da sürsün diye Fakat yeni patronlarını çiftlik kâhyalarından yaratanlar zulmün yeni köprülerinden geçip fabrikalar kurdular onlar için ve onlar için pamuk tarlalarında her gün on sekiz saat çalıştılar Ama yine de eksilmedi sırtlarından zulmün ağulu bir diken gibi ısıran kırbaçları çünkü zaman çeviriyordu hala bir derviş gibi kahrın ve acının kirmenini Oysa isyan diye bir sözcük vardı spartaküs tanrılardan kaçırarak armağan etmişti bize onu ve bu yüzden spartaküs'ü prometeus diye belledik öylece yazdık tarihimize ve onun öfkesini yüzlerce yıl kutsal bir hançer diye sakladık yüreğimizin lâvları arasında Lâvlar ki deviniyordu artık göğsümüzün yanardağlarında ve dağlar ilk efsanelerin anlamını işte o zaman kavradılar Yeni uğultular geliyordu dünyanın dörtbir yanından iniltiğe, hıçkırığa ağıta benziyordu yer yer Uğultular ki bir depremin ilk sarsıntıları bir öfkenin kabuğunu kırması bir kadının döllenme sevinci ve yeni bir dünyanın ilk sancılarıdır Ve isyan diye bilinen o sessiz volkan sığmıyordu artık dünyanın ihtiyar karnına İsyan ki ihtilâl denilen bir depremin dölyatağındaki çocuksu duruşuydu Bir yangın gibi girecekti ingiltere'de dokumacıların kanına büyüyecekti 1848'de aynı yangın ve 1871'de paris komüncülerini bir sevda gibi sarıp sarmalayacaktı haykırılacaktı binlerce dilden komün günlerinin lejandı "Dünyanın bütün işçileri birleşiniz." .......................................... Ve artık tanrılarla krallar birer birer göç etmeye başlayacaklardı dünyamızdan Fakat sabrın dervişi bıkmadan eğiriyordu hala kahrın ve acının ipliğini Ve tarih uğuldayan rüzgârın yönünü saptayıp açtı el yazması bir kitabın sararmış sayfalarını Kağıttan kuleler gibi yıkıldı sonra malikâneler, saraylar ve konaklar Dinler bir şeyleri kurtarmak için yalvaradursun çanlarıyla ve ezanlarıyla ne tanrı uluydu artık ne krallar o görkemli katedraller yasak aşkların ve rezaletlerin gizlendiği yerlerdi Tükenmişti bin birinci gecenin sonunda bütün masallar bütün efsaneler hüzünler isyan isyan ihtilal olmuştu artık ve "çekip gitmişti o güzel atlılar" şimdi yeni bir gün doğuyordu alınların yorgun şafağından yeni sarayların altın kubbelerinden uzanıp okşayamıyordu altın kaftanlı eller sütlenmiş diri memelerini bulutların Nedimeler, cariyeler ve toprak köleleri yaşımıyorlardı artık kralların ve tanrıların altın tâcını Ama bitmemişti hala kahrın ve acının ipliği zamanın kirmeninde Ve zulüm bitmedi daha ........................... ..........................." Şüphe yok ki zulüm erbabları sigaya çekilecekleri günü beklemektedirler ve onlar korkuları yüzünden zalim korkuları yüzünden dehşet içindedirler Gün ağarıyordu. Şafağın ateşler içindeki alnını serin elleriyle okşayan seher, dağları, denizleri ve bütün koyakları gezindi. Ve o, dedi: "Nerdesiniz ey sesler! Ve siz nerdesiniz kuşlar, balıklar, otlar! Nerdesin sevda serçesi! Uyanın, hayat devam ediyor, katılın o sonsuz senfoniye!" Dağlar, usulca sıyırdı karanlıklar örtüsünü üstünden, uyandı. Ve denizler de uyandı. Ve bütün kuşlar uyanıp kanat çırptılar. Yeryüzü ayan beyandı artık. Ve gökyüzü, sütü sağılmamış bir inek gibi kıpırdanıyordu. Toprağın karnında dinlenmekte olan göl, sessizce uyandı. Suyun dudaklarındaki nergis, bütün gece öpülmekten başı dönen bir genç kız gibi esrik ve utangaç gülümseyişleriyle sevgilisine el salladı. Ama fabrikanın düdüğü ötmemişti hâlâ. Her sabah varoşları adımlayan erkenci ayak sesleri duyulmuyordu. Kulağını toprağa dayayan göl, bağrında bir acının yalımını duydu apansız. Nergis, annesinin bedenini saran ürpertilerden korkarak tırnaklarını yemeye başladı. Ve toprak, onları yanına çağırıp, gecenin hazin öyküsünü anlattı usul usul. Ve, dedi: "Zulmün ağulu kırbaç sesleri bütün gece alev alev baktı barikatları. Ve sanki barikatlardan yükselen yangınla tutuşuvercekti bütün yeryüzü. Dağlar, denizler, ormanlar ve bilcümle yıldızlar tutuşup yanacaklardı nerdeyse. Zulüm, yaralı bir hayvan gibi çığlık atarak sokuldu barikatlara. Ama söküp atamadı grevcileri yerlerinden. Bir yanda cellatlar, diğer yanda sevda... Anladım ki zulüm, son demlerini yaşıyor artık. Bu yüzden geceye doğru daha saldırgan, daha yırtıcıydı. Ne ki, cellatları mutlaka yenecek, zulmün de defterini dürecektir sevda. Ama bu gece kanlar içindeydi umut, kanlar içindeydi ekmek, kanlar içindeydi sevda. Ne varsa sevdadan yana bu gece dünyada, hepsi birden haykırdılar: "Kahrolsun zulüm." Ve grev davulundan ilk tarih dersini dinledi bir çocuk. Babası, son düşen grev gözcüsüydü bu gece. Ve onlar kanlar içinde düştüler bağrıma. Onların kanlarını komünarların kanlarıyla birleştirip bir ırmak akıtacağım yeraltından. Ne acı kalacak o zaman, ne keder... Ve o zaman, bitmiş olacak zulmün kanlı tarihi." Ve bilge toprak, şöyle bitirdi sözlerini: "Zaman bir derviş gibi sabırla eğiredursun ipliğini fabrikaların, sokakların gümbürtüsü duyuluyor artık dağılıyor sevdayı karartan bulutlar şimdi bir senfoninin gittikçe yaklaşan ayak seslerini duyuyor dünya ve bu senfoninin en coşkun ritmi sevdanın, umudun yürüyüşleridir hayat böyle yazacaktır tarihe ve öylece gelinecektir dünyanın beklediği günlere ........................................... ..........................................." De ki Tarihin zoru kendinden başka güç yaratmamıştır. .............................................. Ve de ki beklenen uzak değil ..............

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.