Zola'nın Gerçeği: Dreyfus Davası

Zola'nın Gerçeği: Dreyfus Davası
  • 1
    0
    0
    0
  • “Gerçeği yerin altına gömseniz bile, o bir gün büyüyerek patlayacak ve her şeyi yok edecektir.”

    Fransız natüralist yazar Emile Zola’yı genelde başka yapıtlarıyla tanımışızdır. ‘Meyhane’, ‘Nana’,‘Germinal’ yazarın öne çıkmış romanlarıdır.

    Bu yazıda kuytu köşede kalmış bir başka harika Emile Zola yapıtından, 'Gerçek' romanından bahsedeceğiz. Gerçek; inandığımız doğrular uğruna, bütün yollar yanlış olana çıksa ve çoğunluk yanlışa yönelse bile, bizim inandığımız doğrular için bir çıkarımız olmadan savaşmamız gerektiğini anlatan bir kitap.

    Bu kitabı okumadan önce Emile Zola’nın nasıl bir kişiliği olduğunu ve ünlü Dreyfus Davasını bilmek gerek. Çünkü kitabın hikayesi yazarın hayatından bir parça aslında.

      [caption id="attachment_9200" align="aligncenter" width="660"]                                                                                      Alfred Dreyfus[/caption]  

    Kısaca Dreyfus Davasından bahsetmek gerekirse, Alfred Dreyfus Fransız devleti için çalışan Yahudi kökenli bir yüzbaşıdır. 1894 yılında Dreyfus’un el yazısına benzer şekilde yazılmış, Fransız ordusuna ait gizli notların olduğu ve bunları Alman hükümeti’ne ilettiği, onlar için casusluk yaptığı iddiasıyla ömür boyu hapse mahkum edilir. Yahudiler’e karşı olan düşmanlığıyla bilinen ırkçı gazete ‘La Libre Parole’ subay hakkında suçlayıcı yazılar yazar. Sahte tanıklar ve sahte belgelerle, yüzbaşının apoletleri, düğmeleri ve üniforması halk içerisinde aşağılanmak üzere sökülür. O günden sonra Fransa’da ciddi bir Yahudi düşmanlığı başlayacaktır.  Aynı zamanda basın ise halkı galeyana getiren yazılar yazmaktan geri kalmamıştır.

    Yüzbaşı Dreyfus, Alman ajanlığıyla suçlanırken, aksinin ortaya çıkması gibi bir durum Fransız Genel Kurmaylığı için de tehdit oluşturmaktadır. Çünkü Dreyfus’u suçlayan Genel Kurmaylığın haksızlığı ortaya çıkarsa halkın gözünde itibarlarını kaybedeceklerdir. Ayrıca bu davanın normalden fazla ilgi toplamasında Fransa’da 1738’deki ihtilale rağmen gelişen bağnaz-ırkçı-dinci hareketler söz konusudur. İhtilalden sonra Fransa’da o dönemde sözde Cumhuriyet yani ‘kılık değiştirmiş bir monarşi’ vardır. Ordu kiliseye bağlıdır ve eğitim henüz tam anlamıyla laik değildir. Olayı destekleyenlerin çoğunluğu koyu Katolik ‘Cizvitçiler’ ya da ‘cumhuriyet düşmanlarıdır’.

    İşin gerçeği ise o tarihlerde Fransa’da, Dreyfus’un aslında en büyük suçu Yahudi olmasıdır. İşte bu durumu anlayan nadir kişilerden Emile Zola'nın ‘Le Figaro’ gazetesinde yazdığı ‘Suçluyorum’ makalesi ses uyandırmıştır. Bu bağnazlığın ve ırkçılığın Fransa’yı yüzyıl geriye atacağını düşünen Zola, hiç tanımadığı bir subay için büyük bir mücadeleye girişmiştir. Bir Yahudi’yi savunduğu için Fransız olan Zola bile halk tarafından linç yemiştir. Öyle ki, yiyecek yemek bulamayacak kadar yalnızlaştırılmıştır.

      [caption id="attachment_9176" align="aligncenter" width="672"]                                                          Emile Zola'nın Suçluyorum başlıklı yazısı.[/caption]  

    Bu kısa bilgilendirmeden sonra yazının konusu olan Gerçek romanına değinecek olursak, yazar hayatında yaşadığı bu olaydan esinlenerek bu romanda o dönem Fransa’sının devrime rağmen ne kadar bağnaz ve karanlık bir kafa yapısında olduğunu yansıtmıştır. Romanın baş karakteri Marc, laik görüşlü bir öğretmendir. Yahudi bir öğretmen arkadaşı olan Simon küçük bir kıza tecavüz edip öldürdüğü iddiasıyla doğru dürüst yargılanmadan tutuklanır ve hapis cezasına çarptırılır. Bölgenin din adamları bu durumla yakından ilgilenirler. Yahudi öğretmenin, laik eğitim yanlısı, demokrat görüşlü olmasından ve ırkından istifade ederek bu durumu lehlerine çevirmeye, devrimden sonra laiklik olgusunun ortaya çıkmaya başladığı Fransa’da, kiliseye bağlı eğitimi canlandırmaya çalışırlar ve başarılı da olurlar. Din adamları el birliğiyle, sahte belgelerle Yahudi Simon’nın kolayca defterini düzerler. Tabii bu konuda bağnaz gazetelerde halkı manipüle etmekte ustadır. Fransız halkını din ve millet kavramlarıyla adeta büyülerler. Laik görüşlü öğretmenler zor durumda kalırlar. Eğer biri Simon’ı haklı bulacak olsa onu vatan hainliğiyle ve din düşmanlığıyla karalamaya çalışırlar. O zamana kadar yavaş yavaş laikleşen eğitim, Simon olayının patlak vermesiyle, din adamları bu olayı fırsat bilip eğitimi yine kendi tekellerine almaya başlarlar. Romanın baş karakteri Marc ise bildiği doğrulardan vazgeçmemiştir. Körü körüne suçlanan ve yargılanmayan dostunun böylesine iğrenç bir suça girişmemiş olduğundan emindir, hatta bunu bir din adamının yapmış olmasından bile şüphelenmektedir. Lakin hiçbir delili yoktur, çok güvendiği aydın olduğunu sandığı ona yardım edebilecek arkadaşları bile din adamlarından çekinmeleri dolayısıyla ona yardım etmezler. Hatta Marc’ın kendi karısı dahi kimse ona destek çıkmamıştır. Marc ve Simon gibi laik düşünceyi, akılcılığı, bilimi hayat felsefesi haline getirmiş olanlar yalnızlaştırılmıştır. Aradan yıllar geçer, olay hala unutulmamıştır ama düzmece delillerle yargılanan Yahudi öğretmen için Marc ve Simon’ın ailesi dışında kimsenin de bir çabası yoktur. Zaman içerisinde olaylar biraz daha yatışır, Marc’ın tüm engellere rağmen yetiştirdiği öğrenciler ve onların çocukları, yani yeni nesiller, büyüklerinin yaptığı hataya düşmeden Simon olayına kulaklarını tıkamazlar. Burada dikkat çeken şey; eğitimli sayılabilecek bir anne babadan, daha fazla eğitimli ve düşünen çocukların ortaya çıkması ve gelen her yeni nesilde bu düşünce özgürlüğünün kuşaklara aktarılmış olması kitap içerisinde çok belirgin bir şekilde anlatılmıştır. Marc’ın yetiştirdiği öğrenciler ve onların çocukları artık yaşlanmış olan Marc’ın  bu mücadelesini resmen devralmışlardır. İş işten geçmiş Simon yıllarca hapis cezası almış, karısı ve çocukları itibarsızlaştırılmış olsalar bile, romanın sonunda yine Marc ve Simon’ın kardeşinin mücadelesiyle bulunan delillerle, küçük kıza yıllar önce tecavüz eden kişinin bir din adamı olduğu ve kilisenin bunu bilip, adamı koruduğu gün yüzüne çıkarılır.

    "Akıl ve zekaları kıt olanlar mutludur" diyerek halkı bilgisizliğe iten Katolik papazlarının itibarı zedelenir, eskisi gibi ülkede at koşturamazlar. Cehaletin getirdiği nimetlerden zaten yıllarca beslenmiş olan bu insanlar hakkettikleri sonu geç de olsa bulurlar.

    “Adalet ancak ve ancak gerçekteydi; mutluluk da ancak ve ancak adaletteydi.” der Emile Zola kitabın bitiminde.

    Peki gerçekte Dreyfus Davası nasıl bir sonuç bulmuştur? Benzer şekilde Zola ülkede gelişen ve Ortaçağ'dan kalan antisemitizm yüzünden dışlanmasına rağmen, yazdığı ‘Suçluyorum’ adlı tarihi metinle zaten onunla aynı düşüncede olan ama korkudan tepki gösteremeyen kesimin tam anlamıyla sesi olur. Sahte delillerin askeri istihbarattaki bir albay tarafından hazırlandığı ortaya çıkarılır ve Dreyfus affedilir. Dreyfus affedilse bile, ülkede ciddi bir ikilik vardır. Olay Dreyfus’dan çıkmıştır. Artık ülkede kavramlar arası çatışma söz konusudur. Bu olayın peşini bırakmaması Zola’nın ölümüyle sonuçlansa da, yazdığı bu politik isyan onun mücadelesini devralanlara feyz olur ve çıkan toplumsal gerginlik sonucu Dreyfus’a yüzbaşılık rütbesi yani itibarı da geri verilir. Olay sonunda “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara Dreyfus şöyle cevap verir:

    ”Hayır, yaşasın hakikat!”

    [caption id="" align="aligncenter" width="675"]İlgili resim                                                             Dreyfus'a itibarının geri verilmesi[/caption]

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.