"Nobody knows where you are,
How near or how far.
Shine on,
you crazy diamond."
Yıllar sonra ortalardan tamamen kaybolduğunda; eski arkadaşları tarafından, adına belki de dünyanın en güzel 26 dakikası kaydedilmiş müzisyen, Roger Keith (Syd) Barrett.
Gruba katılıp, ardından da "Pink Floyd" ismini bulduğunda henüz 19 yaşındaydı. Artık birçoğumuzun malumu olduğu üzere, çok sevdiği iki blues müzisyeninin isim ve soy isimlerini birleştirerek bulduğu bu isim, onu bugün grubun kurucusu olarak anmamızın sebebi. "Syd" ismini de buna benzer bir şekilde, sevdiği bir bateristin adına benzemesi (Sid) için almıştı kendine.
[caption id="attachment_1306" align="alignnone" width="800"] Pink Floyd'un ilk kadrosu.[/caption]
Hassas, yaratıcı ve yetenekliydi. Kariyeri boyunca sınır tanımak istememişti müzikte, yenilikçiydi. İlk amfisini bile kendi kendine yapmıştı. Pink Floyd'un 1967 tarihli ilk albümü The Piper At The Gates of Dawn'un neredeyse tamamı ondan çıkmıştı. Yaptığı bütün bu psychedelic bestelerin yalnızca icra edilmesi ona yetmemiş olacaktı ki, sahne arkasına projeksiyonla garip simgeler ve uyuşturucuyu (özellikle LSD) çağrıştıran görsel efektler yansıtma fikriyle gelmişti. Yapıldı da.
Henüz izbe barların yeraltı müzisyenleriyken bile, bir süre sonra herkes şaşkın ve hemfikirdi: Pink Floyd daha önce yapılmamış olan şeylerin grubuydu. İşte Syd; Pink Floyd'a "psychedelia"dan da önce bunu, progresif yöntemi aşılamıştı. Bir gitarist isterse, gitarının klavyesinde bir zippoyu dakikalarca ileri geri kaydırarak da müzik yapabilirdi ona göre. Müzik, birilerinin standartlarını belirlediği bir şey değildi. Serbest olmalıydı.
Peki bu "çılgın elmas"ın sönüşünü başlatan sebep neydi, süreç ne zaman başladı?
İlk albümle birlikte başlayan şöhretini, başlarda idare ediyor gibiydi Barrett. Röportajlarında pahalı ekipmanlara ihtiyaçlarının olmadığını söylüyor, yalnızca ortaya bir şeyler koymak istediklerini söylüyordu.
Fakat Syd, anormal boyutlarda LSD kullanıyordu.
Pink Floyd denince, çoğu müzikseverin aklına uyuşturucu gelmesinin sebebi belki de Syd'di; ve bunu müziğine de yansıtmasıydı. Fakat Roger Waters'a göre yalnızca Syd böyleydi. Roger'a göre o hep kendini kontrol etmesini bilmişti, fakat arkadaşı böyle değildi. Tanıştıklarında tüm konuştuklarının müzik ve marijuana olduğunu, fakat sonradan Syd'in aşırıya kaçtığını ifade ediyordu, sonraki röportajlarında Waters. (Ben kimyasala karşıyım, diyordu özetle. Evrensel bir durum.)
Daha sonra gruba Syd'in yerine katılacak olan David Gilmour da, Pompeii kayıtlarındaki röportajında yine bundan söz edecekti. "Bence hala çoğu insan Pink Floyd'u uyuşturucu odaklı bir grup olarak görüyor. Tabii ki öyle değil. Bize Güvenebilirsiniz."
Git gide yalnızlaşıyordu Syd. Aklı karışıyor, delirmeye başlıyordu. Fakat bu ne kadar kötüydü? Gerçekten dışarıdan görüldüğü kadar acınası mıydı, yoksa memnun muydu? Uyuşturucu kullanmak, beste yapmak, resim yapmak hala sevdiği şeylerdi. Tek fark, bütün bunları artık yalnız başına yapmak istemesiydi. Grup arkadaşlarının da farkında olduğu bir süreçten geçiyordu. Ne yazık ki bu süreci atlatamayacaktı.
Konserlere yine çıkıyordu. Fakat artık çalmıyor, söylemiyordu. Seyirciler arasında bir boşluğa odaklanıyordu ve gözlerini ayırmıyordu. Tüm şarkı boyunca, gitarında tek bir notaya basıyordu. Bazense sebepsizce sahneden iniyordu.
Grup, böyle yürümeyeceğinin farkına varıyordu. Bu çocuk ruhlu dahi, Pink Floyd'un o ana kadarki her şeyi, gözlerinin önünde işe yaramaz biri haline gelmişti.
Nihayet Syd, gruptan uzaklaştırıldı.
Grubun aşina olduğu gitarist David Gilmour gruba dahil oldu ve bu sefer Syd'siz, Pink Floyd'u yeniden yarattılar.
[caption id="attachment_1304" align="alignnone" width="800"] David Gilmour dahil olduktan sonra kısa bir süre, Syd de grupla devam etti.[/caption]
Syd Barrett, grubun ikinci albümüne "Jugband Blues" isimli akustik, güzel bir şarkı verebilmişti. "And I'm wondering, who could be writing this song?"
Daha sonra grupla tamamen ilişiğini kesti, kendini evine kapattı ve resim çizmeye devam etti. Bu sıralarda yaptığı besteleri albümleştirmek istedi. David Gilmour, albümün kayıtlarında ve aranjesinde ona yardımcı olmaya çalıştı. Gilmour'a göre, Syd'in hali bunu imkansız kılmıştı.
Yine de, 1970 yılında "The Madcap Laughs" ve "Barrett" isimli iki solo albüm çıkartabildi. Bunlar, son besteleri oldu.
Syd Barrett rock dünyasının buruk masalı, Pink Floyd'un da ölümsüz üyesi, çılgın elması olarak kaldı. Müziği ve hayatı, Pink Floyd'un "Shine On You Crazy Diamond" albümünde bir tür ağıt biçiminde; "The Wall" albümünde ve filminde ise "Pink" isimli karakter üzerinden sık sık işlendi.
Grup üyelerinin anlattığına göre, bir gün kel ve bütün tüylerini (kaşları dahil) kazımış bir adam stüdyoya, grubu ziyarete gelmişti. İnsanların stüdyoya gelmeleri alıştıkları bir durumdu. O delirmiş adamın Syd olduğunu, "Haydi kayıtlara başlayalım" diyince anlamışlardı. "Üzgünüz Syd, gitarları kaydettik." demişti Roger. David Gilmour, adamın Syd olduğuna inanamamıştı bile.
Hatta söylentiye göre, Wish You Were Here şarkısını ona çalmışlardı ve beğenmemişti. Syd stüdyodan ayrıldıktan sonraysa grup üyeleri göz yaşlarıyla kalmışlardı. Bu ziyaret, Shine On You Crazy Diamond albümüne ilham olmuştu.
Roger Keith Barrett, 7 Temmuz 2006'da pankreas kanserine yenik düşerek hayata veda etti.
Hayatı hakkında Türkçe altyazısı Zeki Enes Akkan'a ait "The Pink Floyd and Syd Barrett Story" isimli güzel bir belgesel de bulunmakla beraber, bir başka belgeseli de izlemek isteyenler için -Türkçe altyazılı olarak- ekleyelim.
Keyifli izlemeler.
The Pink Floyd Story: Which One's Pink?
Yorum Bırakın