Antik Çağ’ın en büyük medeniyetlerinden olan Antik Mısır, gerek tarihi gerekse gizemiyle tarihin en büyük ve en ilginç uygarlıklarından biri. Kuşkusuz Antik Mısır denilince akla ilk gelen Firavun’lar ve piramitler olsa da o dönemde hayata geçirilen pek çok sanat eseri de ilgi çekici konumda bulunuyor. Üstelik bu sanat eserlerinin birçoğu hala Antik Mısır’ın gizemleri arasında ve keşfedilmeyi bekliyor.
Nefertiti’nin Büstü, Antik Mısır’a ait muhteşem sanat eserlerinden sadece bir tanesi. Firavun Akhenaten’in eşi ve onun hükümdarlığındaki Mısır’ın kraliçesi olan Nefertiti, muhteşem güzelliği ve zekiliğiyle tanınıyor. Her ne kadar o dönemlerde Firavun olan Akhenaten olsa da Nefertiti de en az Firavun kadar önemli bir konumda bulunuyordu. Üstelik bunu muhteşem kıvrak zekasıyla başarmıştı.
Akhenaton’un hükümdarlığındaki Mısır, çok tanrılı bir dönemdeydi. Üstelik ülkenin din adamları da artık yönetime karışmış ve hatta Firavun’u tehdit eder duruma gelmişti. Tanrı olarak sadece Güneş’i benimseyen Akhenaton’un bir şey yapması gerekiyordu. Bir hükümdar olarak bu, onun göreviydi. Üstelik bu görevde yalnız da değildi. Güzeller güzeli eşi Nefertiti de onun yanındaydı. İkisi beraber bu durumun üstesinden gelmelilerdi. Öyle de oldu Akhenaton, arkasında Nefertiti’yle beraber bu duruma son verdi ve Amarna Tapınağı’nı yaptı. Arkasından da bundan sonra Mısır’ın tek tanrı olarak Güneş’i benimseyeceğini ilan etti. Artık yeni bir düzen kurulmuştu ve bu düzenin altına imzasını atan Firavun kadar Firavun’un eşi Nefertiti de ön plandaydı.
Aslında Nefertiti’nin amacı çok öncelerden belliydi. Bir Tanrı ile evlenip bir Tanrıça olma peşindeydi. Bunu gerçekleştirebilmek büyük cesaret ve kararlılık isterdi. Nefertiti de bunların hepsine sahipti. Hatta daha da fazlasına... Zaman geçtikçe zaten vahşi olan özgüveni daha da vahşileşiyordu. Elde etmek istediğine yaklaştıkça hırsı daha da artıyor ve böylece hedefine daha da yaklaşıyodu. Hedefine giden yolda en büyük silahı kıvrak zekası ve güzelliğiydi.
Nefertiti, bu hedefinin ilk ayağında Akhenaton ile evlendi. Akhenaton Firavun’du ve Mısır halkı için Tanrı’dan sonra geliyordu. Bu evlilik sayesinde Nefertiti kraliçe olmuştu fakat o daha da fazlasını istiyordu. Akhanaton’un çok tanrılı inanç yerine tek tanrılı inanca geçiş süreci Mısır adına zor olarak nitelendirildi. Fakat Nefertiti, bu zor süreç de bile Mısır’ı en iyi şekilde yönetmeyi başardı. Nefertiti’nin yönetim de sözü geçerdi. Çünkü Akhenaton ile evlendiği gün artık Firavun ile eş değer konuma sahipti. Kendisine kafa tutabilecek tek kişi Firavun’du.
Nefertiti’nin Firavun’a eşit konumda bulunması oldukça önemliydi. Çünkü Nefertiti o dönemlerdeki bir kadının koskoca bir medeniyeti yönetebileceğini kanıtlamıştı. Firavun kadar saygı görüyordu. Yönetimde kararlar alıyor ve onları uyguluyordu. Bir dönem dini açıdan farklı düşünceleri nedeniyle saray çevresinden uzaklaştırıldı. Bu kararda 6 çocuğun annesi olması da etkiliydi. Çünkü çocukların hepsi kızdı. Nitekim bunlar Nefertiti’ye engel olmadı. Tekrar geri döndü ve işleri yoluna koymaya devam etti.
Nefertiti, Akhenaton öldükten sonra da yönetimde kalmaya devam etti. Mısır halkına göre Tanrı değildi ve bir Firavun’un soyundan gelmiyordu ancak belki de pek çok Firavun’un yapamadığını yaptı ve koskoca medeniyeti tekrar bir araya getirdi. Zekasıyla din adamları ile anlaşmalar gerçekleştirdi ve hepsini ikna etmeyi başardı. Uygarlıktaki sorunları teker teker çözdü. Nitekim bu kadar iyi giden bir yaşam da elbet bir sona varacaktı. Yaşamı süresince pek çok kişiyle fikir ayrılığına düşmüş ve bu da ona bir sürü düşman kazandırmıştı. Düşmanlarının olması ona düzenlenebilecek bir suikastin ihtimalini artırıyordu. Her ne kadar cesur olarak betimlense de etrafındaki insanların yalanları onu da ele geçirdi. Bu sebeple Nefertiti’nin cesareti korkuya dönüştü. Yaşamı boyunca pek çok şey başarmış ve bu başarılarının ödüllerine de sahip olmuştu. Başarılı bir suikast girişimi tüm bunların kaybedilmesi anlamına geliyordu. Bu büyük bir korkuydu. Nefertiti’nin korktuğu başına geldi ve bir gün suikaste kurban gitti. Kaburgaları delici bir cisim ile deşilmişti. Firavun soyundan gelmeyen ancak Mısır’ı bir Firavun kadar iyi yöneten o kadın artık ölümden sonraki yaşama geçmeye hazırdı.
Nefertiti öldükten uzun yıllar sonunda 1912’de Alman arkeolog Ludwig Borchardt’ın önderliğindeki kazı ekibi, Nil Nehri’nin kıyısında bir yapıyı keşfetti. Elbette ki bulunan yapı enkaz içindeydi ancak Mısır’da bulunan her enkazın bir anlamı vardı. Keşifler sonunda bu yapının Antik Mısır’ın ünlü heykeltıraşlarından Thutmose’a aitti. Thurmose’un önemi arkeoglar için oldukça fazlaydı. Çünkü ünlü heykaltıraşın uzun yıllar sonunda bulunabilecek her eseri, gizemli Antik Mısır’ı biraz daha açığa çıkarıyordu.
Ekibin bu düşünceyle zamanında Thutmose’un atölyesi olan bu yeri didik didik incelemeye başladı. Arayışlar ve incelemeler meyvelerini verdi. Bir süre sonra enkazlar arasında şaşırtıcı bir eser bulundu. Zemine baş aşağı gömülü bu eseri bulunduğu yerden çıkarmak oldukça zor oldu. Herhangi bir alet, esere zarar verebilirdi. Bu sebeple çıplak elle çıkarılması gerekiyordu. Üstelik esere hassaslık katan başka bir özelliği daha vardı. Bulunan bu eser, zamanında Mısır’ın narin güzelliğe sahip Nefertiti’nin Büstü’ydü. Bu güzelliğe zarar vermek bir arkeolog adına binlerce yıl sürebilecek vicdan azabına yol açabilirdi.
Borchardt’a göre bulduğu bu eser, Mısır sanatının en canlı parçası olarak nitelendirilmeliydi. Büst, Thutmose’un ne kadar usta bir sanatçı olduğunu gözler önüne seriyordu. Zarif bir şekilde oyulmuş olan büst, Nefertiti'nin narin güzelliğini tam anlamıyla yansıtıyordu. Detayları muhteşemdi. Büste bakarak Nefertiti’yi tanımayan biri bile büstü yapılan bu kadının ne kadar güzel ve muhteşem olduğunu söyleyebilirdi. Büstün boyaları sağlam ve renkleri kusursuz durumdaydı. Büstün güzelliği kırmızı, yeşil, mavi, altın ve siyah tonlarıyla zenginleşiyordu. Detaylar arasında bulunan kolye ve başlık da büstü tamamlayan özelliklerdi. Dikkat çeken bir diğer özellik ise bir gözünün yarım kalmış olmasıydı. Nefertiti’nin bir gözü kristal yapıda kalmıştı. Anlaşılan Thutmose, bilinmeyen bir sebepten ötürü gözlerden birini tamamlamayı başaramamıştı. Ancak bu, büste daha derin bir özellik katmayı başarmıştı. Sanatçının yarım kalan işi bile çekiciliğinden bir şey kaybetmemişti.
Yıllar süren araştırmalar ve analizler, büstün daha detaylı bir şekilde incelenmesine katkı sağladı. İncelemelere göre büstün temelini kum taşı oluşturuyordu. Temelin etrafında ise alçı ve sıva katmanlar bulunuyordu. Thurmose, mükemmel bir işçilikle bu katmanları kullanarak yüzün ve boynun zarifliğini oluşturmayı başarmıştı. Üstelik alçının varlığı büstün simetrisine de katkı sağlamıştı. Başlığın ve yüzün çizgileri mükemmel bir üçgen oluşturuyordu. 3300 yıllık bu eserin hala tamamlanmamış olması, Thutmose’un onu ne kadar önemsediğinin bir kanıtıydı. Anlaşılan sanatçı, büst ile özel olarak ilgileniyor ve daha da geliştirmeyi amaçlıyordu.
Nitekim büstün keşfi, pek çok tartışmanın da varlığını beraberinde getirdi. Tartışmaların başrol oyuncusu keşfin sahibi Borchardt’tı. Alman arkeologun bulduğu bu büst, Almanya ve Mısır arasında bazı gerginliklere sebep oldu. Büst, Almanya için gurur kaynağıydı ve büstü ellerinde bulundurmak Almanya için oldukça önemliydi. Öyle ki Hitler bile büstün önemini sözleriyle ifade etmişti. Mısır’a göre ise büst, Mısır’da bulunmuştu ve Antik Mısır’a aitti. Bu sebeple büstün, Mısır’da kalması gerekiyordu. Nitekim Berlin’deki Mısır Müzesi kuratörleri, büstün taşınması halinde zarar görebileceğini belirtmişlerdi.
Bir başka tartışma da 2009 yılında ortaya çıktı. Türk asıllı Alman tarihçi Erdoğan Ercivan ve İsviçreli Henri Stierlin, büstün sahte olduğunu öne sürdü. İkilinin söylediğine göre büst, bilinmeyen birileri tarafından 20. yüzyılda yapılmıştı. Amaç ise antik pigmentleri test etmekti. Bu amaçla Alman arkeolog büstün sahtesini yaptırmıştı. Üstelik Prens Johann Georg’u utandırmamak için gerçek olduğunu iddia etmişti. Ancak yapılan incelemeler büstün en az 3000 yıllık olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Berlin’deki Mısır Müzesi’nin direktörü Dietrich Wildung ise büstün gerçek olmadığı yönündeki iddiaların asılsız olduğunu ve büstün ününden faydalanmak için yapıldığını sert bir dille belirtti.
Büst, bulunduktan sonraki ilk yıllarını hayırsever James Simon’un koleksiyonunda geçirdi. Simon, koleksiyonunu Berlin’deki çeşitli müzelere bağışladığında da büst, bu koleksiyon dahilindeydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi’ler, büstü bir tuz madeninde sakladı. Böylece büst, Hitler’in koleksiyonuna dahil oldu. Nitekim savaş esnasında büstün saklandığı yer büyük hasar gördü. Daha sonra ise büst, Berlin’deki Neues Müzesi’ne konuldu. Günümüzde de hala aynı yerde bulunmakta.
Kaynak: 1,2
Yorum Bırakın