“Yapacak bir şey yoktu. Hayatın sonundaki o ince kırmızı hatta gelmiştim artık. Ama filmin en heyecanlı yerinde canım dondurma çekti. Ölmeden kendime bi güzellik yapayım dedim. Ne de olsa onca yıllık kendimdim. Sevimli de bi şey, kıyamıyor insan. “Al hadi al kerata”, deyip dondurmamı yedim. Sonra böyle bi serinlik geldi bana. Aşk acım filan geçti. İntihar etmekten vazgeçtim.”
Balboa’nın eseri klasik öykücülükten uzak, başlıklara ayrılmış yazıları bir araya getirmiş de olsa, ona bir öykü kitabı diyemeyiz. Tasarım olarak bir öykü kitabı ancak içeriğini okuduğunuzda yazarın anılarını, sosyal medyada kullandığımız dil ile aktardığını göreceksiniz. Babasının vefatının, abisinin hastalığının ve sevgilisinin (eski demeye dili varmıyor) terk edişini kendi gözünden tahayyülünü anlatıyor. Bu açıdan esere bir otobiyografi ya da derleme de denebilir.“Hangi tesisatçı nasıl becermiş bilmiyorum ama evin zilini kalbimin içine yerleştirmişlerdi sanki o gün. Çalınca heyecandan yataktan düştü kalbim, kapıyı açabilmek için önce onu yerden alıp yerine takmam gerekti. Gülümseyerek karşıladım sevgilimi. Eski demeye dilim varmıyor. Dilimi uzatsam buradan dünyanın öbür ucuna varır ama ona eski demeye varmıyor. Çünkü yani hala çok aşığım ve zannediyorum bunu size birkaç kere daha hatırlatmak zorunda kalacağım. İyice aklınıza girsin, benimkinden hiç çıkmıyor.”
Biri sizi kırdığında ne yapmalısınız?
Olayı anlatırken sanki o anı yaşamışsınız ya da siz de oradaymışsınız hissinin nedenini, hepimizin hayatından izler taşıyor olmasına bağlıyorum. Elbette yazarın betimlemeleri de okurun hayal dünyasını sarsar nitelikte. Öte yandan, başımıza gelen üzücü olayları pesimistlikle nasıl harmanlayıp büyüttüğümüzü gösteren psikolojik aydınlanmalar da yaşatıyor, kitap. Ya da büyütmüyoruzdur, büyütmeye gerek kalmadan bile devasadır bu kırgınlık. Balboa işte bu dertlerle nasıl başa çıktığının sırrını da veriyor. Örneğin, kırılacağınız bir olay yaşadığınızda ne yapacağınızı biliyor musunuz?İşte tarifi:
“Koridorda yürürken içimden çatırtılar duymaya başladım. Korktuğum başıma geliyordu. Kafatasımdan ayaklarıma kadar bütün kemiklerin sırasıyla kırıldığını hissediyordum. Bacaklarım tutmamaya başladı. Aklım yer sofrasında tepesinden yumruklanmak suretiyle zavallı bir soğan gibiydi. Cücüğüm sayesinde güç bela mutfak tezgahının önüne geldim. Toparlanmak için derhal bir şey yapmalıydım. Dolaptan rendeyi çıkartıp tezgahın üstüne koydum. Keskin bıçaklardan birini aldım ve kararlı hareketlerle önce kendimi küçük küçük parçalara ayırdım. Sonra bi güzel rendeledim. Dağılmayayım diye içime biraz un ve bal kattım. Kalıba döküp buzluğa attım. Birkaç dakika sonra hazırdım. Yeni iskeletim eskisinden bile iyi olmuştu. Dikkatlice giydim.”
Yorum Bırakın