Norveç'in Unutamayacağı O Tarih : 22 July

Norveç'in Unutamayacağı O Tarih : 22 July
  • 0
    0
    0
    0
  • 22 Temmuz 2011’de Norveç, çok büyük bir haberle sarsıldı. Başkent Oslo’da, belediye binasında meydana gelen patlama ve sonrasında; Utøya adasındaki öğrencilerin öldürülmesi, ülke için çok büyük bir trajediye yol açtı. Aslında olayın nedenini tahmin etmek çok zor değildi. Siyasi düşünceler, yüzyıllardır birçok sivilin ölmesine neden oluyor. Tabii, bu sefer olan şey bambaşka. Anders Behring Breivik, tek başına tam 77 kişinin ölümüne sebep oluyor ve bundan gram pişmanlık duymuyor. Hatta mahkemesinde, Nazi selamı vererek faşizmi nasıl desteklediğini de kendi dilinde izleyenlere gösteriyor. İşte ''22 July’’  bu olayı tüm gerçekliğiyle anlatan nefis bir film.

    22 July'ı çok etkileyici bir film yapan unsur senaryosu mu, yoksa yönetmenin yeteneği mi? Bu tür filmlerde, bu farklılığı hissetmemize neden olan şey genelde; yönetmenin ve senaristin aynı kişi olmasıdır. Her zaman başarılı bir yöntemdir demiyorum ama bazı durumlarda yönetmenin senaryoyu şekillendirmesi, izleyende çok daha büyük bir etki yaratabilir. İşte bu filmin başarısının nedenlerinden biri de bu. Paul Greengrass'ı, ''Jason Bourne’’ serisinden tanıyoruz; ancak bu yaşanmışlığı öyle bir film haline getirmiş ki, film bittikten sonra etkisinden çıkmak biraz zaman alıyor. 22 July, dört karakter üzerinden ele alınıp incelenmeli. Bu yüzden bu yazı, daha çok karakter incelemesi tadında olacak. İlk olarak dönemin Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg'i ele alalım. Demokrat partiyi destekleyen ve kendi ekibi tarafından saygı duyulan Stoltenberg, bu saldırıyı önleyebilme fırsatları olup olmadığını tartışarak; kendisi de dahil, yönetimi hakkında soruşturma açtırıp hatayı bulmak isteyecek kadar düzgün bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreçte başlarına gelen her şeyi vicdan ve sorgudan geçiren Stoltenberg, asıl suçluyu bulmaya çalışıyor. Günümüzde pek rastlayabileceğimiz bir başbakan tipi değil anlayacağınız. Dürüstlüğünü ve işine olan saygısını, her sahnesinde hissediyorsunuz. Bu yüzden de filmin odak noktasında olan dört karakterden biri. Bu kadar kişiyi, benimsediği bir ideoloji yüzünden öldüren bir adamı savunmak zorunda kalmak; nasıl bir duygudur emin değilim. Geir Lippestad, tüm film boyunca arada kalmış ve ne yapması gerektiğini çözememiş bir avukat. Bu davayla ailesini ve kendisini tehlikeye atıyor ama Anders’in de diğer insanlar gibi savunulma hakkı olduğunu düşündüğü için mesleğinin gereğini yapmaya karar veriyor. Tüm film boyunca, Geir'in mesleğini yapmak istemesine; ama konu böyle biri olunca bunun etik olmadığını düşünmesine tanıklık ediyoruz. Yani, arada sıkışıp kalmış bir avukat izliyoruz. Tabii filmin sonunda bulunan Anders’le konuşma sahnesi, son derece anlamlı ve etkileyici.   En büyük trajedilerden birini yaşayan ise Viljar. Kafatasının içinde parçalanan kurşun yüzünden hayatının her saniyesini ölebilecek gibi yaşamaya mahkum. Tek gözünü kaybettiği yetmezmiş gibi en yakın iki arkadaşının ölümü, hayatını daha da zorlaştırmış durumda. Her şeyi bir kenara bırakırsak, yaşadığı korku tartışılamayacak düzeyde. Hayatına devam edip edemeyeceğini bile bilmiyorken; o mahkemeye çıkıp Anders’in şizofren olmadığını, her şeyi bilinçli yaptığını söylemek isteyecek kadar da güçlü ve cesaretli. Bu saldırının en büyük kahramanı belki de. Gözünü kaybetmesi hakkında mahkemede söylediği ‘’Onu görmemek bir lütuf.’’ cümlesi tüyleri diken diken etmeye yetiyor. Viljar, tüm zorluklara rağmen yaşamanın ve güçlü olmanın gerekliliğini gösteren bir yansıma aslında.  Saldırıyı düzenleyen Anders ki kendisini Norveç asıllı, aynı zamanda doktorluk yapan Anders Danielsen Lie canlandırıyor. Tetiğe her bastığında sanki siz vurulmuşsunuz gibi hissettiren bakışları ve soğukkanlı oyunculuğuyla izleyenleri mest ediyor. 77 kişiyi gözünü kırpmadan öldüren bu adam, ne yaptığının gayet bilincinde hareket ediyormuş gibi dursa da kendisini ait hissettiği Tapınak Şövalyeleri adlı radikal sağcı gruptan destek görmemesi, seyircilerin ''Acaba şizofren mi?'' demesine yol açıyor. Oysa ki polisi gördüğü anda teslim olması, yaptığı saldırının ne kadar bilincinde olduğunu ve tek amacının dikkat çekmek olduğunu da çok net anlatıyor. Anders, çok incelikli yazılmış bir karakter ama şüphesiz ki Danielsen Lie, rolünün hakkını sonuna kadar vermiş.  22 July sadece bir film olmaktan sıyrılmayı başarabiliyor; çünkü gerek ABD gerek Türkiye ve hatta Avrupa’da birçok ülke, filmde işlenen konuyu kısmi olarak yaşıyor. Bu yüzden film, Norveç sınırlarının çok ötesinde bir konuyu kapsıyor. Bu noktada da izleyen herkes, filmde kendi ülkesinden bir parça bulabiliyor. Yazıyı kendi düşüncelerimden oluşan son bir cümleyle bitirmek istiyorum; ''Anders’in ideolojisi ne olursa olsun. İster radikal sağ görüşü ister sol görüşü benimsemiş olsun; hiç bir ideoloji, bu saldırıyı haklı çıkaracak bir manifestoya sahip değildir.''

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.