Olabildiğine kasvetli bir kış gününde elinizde kahve, yanınızda telefonunuz ve ulaşabileceğiniz, paylaşımda bulunabileceğiniz birçok arkadaşınız olmasına rağmen içinizde bir huzursuzluk var ise geçmişte yarım kalmışlıklar veya sıkıştığınız tonlarca kalıp olsa gerek. Karın yağışını, kahvenin tadını, okuduğunuz kitabın hazzını ve muhabbetlerinizin keyfine varamıyorsanız, gece yatağa girdiğinizde aklınızda hiçbir soru olmasa dahi rahat uykuya dalamıyorsanız huzursuzsunuzdur. Bazılarımız yazarak, yani kendine sözcü seçerek, tıpkı Solstad’ın Elias Rukla’sı, Ibsen’in Dr. Relling’i gibi, rahatlatmaya çalışır kendini. Söyleyemediklerini, yapamadıklarını, kendini kandırmışlıklarını bir karakter üzerinden hatta kelimeler üzerinden aktarmaya ve başarmaya çalışır. Çoğu zaman kısa süreli rahatlamalar getirse de sonunda huzursuzluk baki olacaktır.
Olabildiğine kitabın tadını kaçıracak bilgiler aktarmadan, Elias Rukla’nın mahcubiyetini ve haysiyetini ve daha da önemlisi sıkıştığı kalıpları aktarmaya çalışayım.
Ah modern insan, varoluşsal sancılar, anlamsız hayatlar, hedeflerin anlamsızlaşması, nedendir tüm bütün bu sıkıntılar. Nedendir? Cevabı olsa bile yeterli gelmez insana. Ve bir gün bütün sıkışmışlığınızı, yılların içinizde biriktirdiklerini, yaşadıklarınızı içinize ata ata evrildiğiniz depresif bir insan siluetini, parçaladığınız; tabiri caizse küçük bir anda bütün öfkeyi ve huzursuzluğu kustuğunuz olgu kitabımızda evden çıkarken kendimizi almaya tembihlediğimiz ve unutmamak için kırk takla attığımız şemsiyenin zamanı gelince açılmaması ve ne kadar zorlarsak daha da açılamaz hale gelmesi sonucu taşlara, musluklara vurularak, yetmez ayak tabanıyla ezilerek parçalanması, bunları yaparken ellerimizin oluk oluk kanaması, yanımıza gelen öğrencilerimize ağız dolu küfürler edilmesi ve dur durak bilmeden o şemsiyenin parçalanması olarak tasvir edilir. 30 yılın öfkesinin kustuk bir anda ve biliyoruz hayatımız eskisi gibi olmayacak. Özgürleştik, belki de kalıplarımızı yıktık. Ne mutlu bize! Ama neden bunu yaptık ya da Elias Rukla neden bunu yaptı? Başarılı ve sakin öğretmenlik hayatını, “mutlu” ve “huzurlu” aile hayatını düşünmeden, öğretmenlikten ihraç edileceğini umursamadan, çocuğunu aklına getirmeden neden sıradan bir okul gününün ders arasında öğrencilerine küfretti, hem de sırf şemsiye açılmadı diye?
Bu soruya cevap verilemez aslında, sadece hikâye tamamlanabilir. Öğrendiğimiz her yeni bilgi ile, karşılaşılan her yeni kalıp ile, zorunluluktan yapılan binlerce kalıbı öğrenmemiz ile, şemsiyeyi biz de kırmak isteriz, daha da sert bir şekilde. Yok etmek isteriz bütün şemsiyeyi. Bireyin geçmişi ile şu anı arasında 25 yıllık sıkışmışlığı, sevdiği kadın, en yakın arkadaşı, toplumsal normların hepsi bir iç hesaplaşmaya sebep olur. Bu iç hesaplaşması sırasında kâh yeri gelir, kapitalist toplum eleştirisini okuruz, kâh yeri gelir Marx ve Kant arasındaki bağlantılara göz atarız, kâh yeri gelir sıradan insanın ağzından sıradan bir şekilde duyulan bir Thomas Mann karakteri ile Büyülü Dağ’ı inceleriz.
Zamanı gelir, gerçek bir iletişime geçmek için Ivan Karamazov’u aratmayacak şekilde Elias’ın çıldırması ve gerçek bir arkadaşa ekmek su kadar muhtaç kalması, çevremizdeki arkadaşlarımızın gerçekliğini, yapaylığını, samimiliğini sorgulatır. Kendimize sorarız, kahvemizden bir yudum alırken, kaç tane gerçek arkadaşım var, kaç tane sevgilim gerçekten yol arkadaşım oldu, kaç tane sohbetim ve dertleşmem gerçek ve samimiydi? Cevaplar ah şu cevaplar, Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nda dedirttiği gibi “acı çekmemek için kendimizi kandırmaya seçiyoruz.”
Geçmişin bizi, monotonlaştırması, herkesleştirmesi, politikacılardan birinin grip olmasını tartışma gerekliliği yaratması ama aynı zamanda; kendimize yabancılaştırmasını, seçimlerimizi ve isteklerimizi yönlendirmekte başarısız olmamızı gösteren bir kanıt olması. Solstad bunların hepsini gösterirken bize, biz kahvemiz elimizde, arkadaşımızdan veya sevgilimizden mesaj beklerken kendi seçimlerimizi ve hayallerimizi sorgularız. Ama kısa bir süreliğine, ne de olsa hepimizi insanız!
Yorum Bırakın