Michael Haneke’nin 2007 yapımı la pianiste filmi Freudyen bir analiz için oldukça fazla öğe barındırmaktadır.
Filmin ana karakteri Erika Kohut kırkına yaklaşmış mükemmeliyetçi bir piano öğretmenidir.
Babasını akıl hastanesinde kaybetmiş ve oldukça baskın,otoriter, komtrolcü bir anneyle yaşamaktadır.
Öyle ki annesi erika'nın giyimine bile karışmaktadır, bu şu demek; bütünüyle dışarıya kapalı, toplumdışı, yabancılaşmış bir hayat.
Erika ve annesi aynı odada hatta aynı yatakta yatmaktadırlar.
Akıbeti belli olmayan babadan sonra anne hayatına değil bir erkek, hiçbir insanı almamış, erika’yı da kendi uzantısı olarak yetiştirmiştir.
Fakat Erika da bundan pek şikâyetçi değildir. Çünkü onun da başka bir hayat kurmak gibi bir derdi yoktur.
Erkeklerle hiçbir ilişki kurmaz, bastırılmış cinselliği sadomazoşist fanteziler olarak su yüzüne çıkar.
Adeta erkeklere kapatmıştır kendini.
Bunu en net erika’ya âşık olan genç ve yakışıklı walter’in onunla ilişki kurma çabası sırasında görürüz.
Erika, cinsellik yolu ile tüketemediği libidinal enerjisini müzik çalışmalarına aktarır. Müzikte mükemmelliği yakalamaya çalışır.
Klasik müziğin ölümsüz dehalarından schubert ve schumann'ı öncü olarak benimsemiştir kendine, filmin bir çok sahnesinde piano sonatları muazzam bir ihtişam oluşturur.
Filmden bunca bahsetmişken psikolojik sanat nedir, sinemaya nasıl işlenir, bu soruları film dolayısıyla çözemesekte sanırım haneke bu filminde bir sinema tanrısı olduğunu tanrısal sanat anlayışıyla bize çokça kanıtlıyor.
Yorum Bırakın