Didem Madak, çok sevdiğim "Siz Aşk'tan N'anlarsınız Bayım" şiirine şöyle başlar: "Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca"
Belki de 2020, bu dizenin en çok anlam kazandığı yıl olmuştu benim için. Üç yıl bile değil, bir yılda ne kadar çok şey öğrenebileceğimi, ne kadar büyük değişimlere adapte olabileceğimi, hatta insanlık olarak bunu deneyimlediğimiz bir yıl oldu 2020. Kimimiz örgü ördük, kimimiz ekmek yapmayı öğrendik. Kimi zaman evi benimsedik, güvenli bölgemizin gittikçe daraldığını hissettik; kimi zaman ise camdan başımızı çıkarıp aldığımız bir nefesin verdiği haz ciğerlerimizin en ucunda yerini aldı.
2020 uçlar ve dipler arasında geçen bir yıl oldu benim için. Kafamı kaldırmadan okuduğum kitaplar oldu, hatta bu sene okuduğum Zweig'in ünlü eseri Amok Koşucusu gibi hissettim bazen kendimi. Bazı zamanlar ise kısacık bir kitaba başlayıp aylarca okumadım, sonuna getiremediğim çok fazla öykü oldu. Günde üç film izlediğim günler vardı, üç günde bir filmi zor bitirdiğim günler olduğu gibi. Haftalarca düzenli bir şekilde spor yapıp sağlıklı beslendiğim gibi günlerce yataktan çıkmak istemediğim zamanları da deneyimledim, ki zorunda olmadıkça çıkmadım böyle hissettiğim zamanlarda.
Evin her köşesini kişiselleştirip en ufak şeyi eskisi gibi bırakmak istemedim. Bolca tütsü yaktım, litrelerce kahve demledim, günün ilk ışıklarında gökyüzünü izledim, izleri sildim, yeni izlere yer açabilmek için. Kendi yalnızlığımın gürültüsünü ilk defa bu sene duydum. Önce sağır oldum, sonraları aslında sadece benim duyabileceğim bir senfoniye sahip olduğumu fark ettim. Bu senfoni beni sağır ettiğinde ise yazdım, kendimi kötü hissedince yazdım, kendimi iyi hissedince yazdım. Onlarca sayfa yazdım, bazılarını yırtıp attım, bazıları hala duruyor bir yerlerde darmadağınık bir halde.
Her zaman konuşmak zorunda olmadığım gerçeğiyle yüzleştim. Beni bununla yüzleştiren Jean-Luc Godard'ın Hayatını Yaşamak: On İki Tablodan Oluşan Bir Film (Vivre sa vie : film en douze tableaux) isimli filminin sonralarına doğru yer alan diyalog oldu. Şöyle diyordu filmin ana karakteri Nana "Neden insanlar sürekli konuşma zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor." Sustukça yitirilen anlamları buldum, bazılarının aslında hiç var olmadıklarını, yalnızca bir varsanıdan ibaret olduklarını fark ettim. Yine bu dönemde izlediğim filmlerden Frances Ha, bana kendimle baş başa olmanın aslında bir yerde kendini var edebilmek için atılması gereken ilk adımı olduğunu gösterdi.
Etrafımızda olup biten tüm bu değişikliklerin beni tamamen yeniye yönlendirdiği de söylenemezdi aslına bakılırsa. Defalarca izlediğim dizileri, filmleri yine tekrar tekrar izledim 2020'de. Harry Potter kitaplarımın tozlarını aldım, hayal gücünün farkına yeniden vardım. Çocukluğumun kitaplarını bu sefer ılık süt değil, beni sabaha kadar uyutmayacak kocaman bir kupa kahve eşliğinde okudum. İnsan her şey değişirken sabit kalma ihtiyacı hisseder bazen. Dünya tersine dönerken savrulmaktan korkar, aslında dünya eskisi gibi dönse de savrulacağını unutur. Ben de unuttum, güvenli bölgemde sanki litrelerce şarap içmişim gibi sızdım, uyanamadım bir süre. Spotify'daki "2016'da En Sevdiğin Şarkılar" playlistimi dinledim günlerce.
Bir ara bütün playlistlerimi sildim, her şeyi yenilemek istedim. Odamın şeklini değiştirdim, çok güzel şarkılar keşfettim, çok güzel filmler keşfetmek için çıktığım yolda çok kötü filmler izledim. Kendimi bazen o kadar zorladım ki sırf değişiklik olsun diye daha ilk dakikasında sıkılmama rağmen bir saat kırk dakika boyunca 1992 yapımı Antigone (Die Antigone des Sophokles nach der Hölderlinschen Übertragung für die Bühne bearbeitet von Brecht 1948) filmini izledim. Bazen izlediğim üç saatlik filmler yarım saatmiş gibi gelirken, bazen doksan dakikalık filmleri süründüre süründüre üç-dört saatte ancak izleyebildim. Kimi zaman bir yönetmene kafayı takıp art arda bütün filmlerini izlemek gibi takıntılı tavırlar sergiledim, ki taktığım yönetmen Gaspar Noé olunca izlemek pek de kolay olmadı. Kimi zaman bir şaire merak saldım, tüm şiirlerini okudum, tüm röportajlarını izledim, Lale Müldür herhalde bu heyecanımın en uç noktaya ulaştığı şairdi. Aslında hiçbir şey durağan değildi ama aynı zamanda tüm bu durağanlık canımı çok sıkıyordu. O yüzden sürekli bir şeyler yapmak ihtiyacı hissettiğim zamanlarda kitaplara, filmlere sarılmak en iyisi gibi hissettim, hislerimde de haksız çıkmadım aslına bakılırsa.
Bir öylelerden bir böylelere doğru koşarken bazen düştüm, paramparça oldum. Sonra her parçam özerkliğini ilan etti, içimden onlarca ben çıktı. Her birini önce tanımaya, sonra sevmeye, şimdileri ise alışmaya başladım. Her şeyin değiştiği ama aynı zamanda aynı kaldığı, belirsizliğin hayatımıza egemen olduğu şu dönemde aslında ne yaptığımın pek farkında olmadığım hallerin bu sıralar sıkça kullandığımız "normal" kavramının içerisinde olduğunu anladım. Tezer Özlü'nün de dediği gibi aslında "her şey geçiyor" ve "hiçbir şey geçmiyor" (Eski Bahçe Eski Sevgi). Değişimler yaşanıyor, izleri bizde kalıyor. Normalleşen yeniler, anormalleşen eskiler arasında salınıp duruyoruz her zaman, 2020 sadece bu zıtlıkları uçlara taşıdı bana göre. Geçişler keskin oldu, düşüşler de sertleşti bu nedenle.
2020 belki de herkesin hem en büyük değişimleri yaşadığı hem de geri dönüp baktığında aslında hep orada olan, yani hayatımızdan hiçbir zaman gitmeyecek olan tek şeyin farkına varmamızı sağladı: kendimizin. Kendimizle baş başa kaldığımız, kimi zaman aynaya bakıp kendimizi tanıyamadığımız bir yıl oldu. Bazense kendi gürültümüzden sağır olduk, kendimize katlanamaz olduk. Ama sonunda her rotanın sonundaki en son durağın kendim olduğunu, kimseyle konuşmasam bile kendimizle sabahlara kadar bazen sohbet bazen kavga edebileceğimizi öğrendim ben 2020 yılında. Bu yıla bir replik bırakmak istesem Bartu Ben dizisinde Bartu Küçükçağlayan'ın söylediği "sonuçta insan her yere kendisiyle gidiyor" olurdu herhalde. Sonuçta her yere kendimle gidiyorum, her insan gibi.
Kapak Görseli: Van Gogh, Sarı Gökyüzü ve Güneş ile Zeytin Ağaçları
Yorum Bırakın