Bergman'ın Oda Üçlemesi/ 2. Bölüm: Kış Işığı

Bergman'ın Oda Üçlemesi/ 2. Bölüm: Kış Işığı
  • 9
    0
    0
    1
  • “Tanrı sevgidir ve sevgi tanrıdır. Sevgi tanrının varlığının kanıtıdır. Sevgi insanlık için gerçek güçtür.”

    Hikaye; karısını dört yıl önce kaybetmiş ve bu yüzden inancında kırılmalar yaşayan Tomas adında bir papaz, papaza aşık Marta, kilisede çalışan Algot, dünyadan ümidini kesmiş ve intihar etmeyi düşünen Jonas ve Jonas’ın karısı Karin etrafında dönüyor. Filmde oda üçlemesinin ilk filmi “Aynadaki Gibi” de olduğu gibi tanrı ve sevgi kavramlarının yolu kesiştiriliyor.

    Film; küçük bir yerleşim yerinde papaz olan Tomas’ın yaşama sevincinden yoksunluğu ve yitirdiği inancı ama buna rağmen yapmak zorunda oldukları ve çevresiyle kurduğu iletişim üzerinden ilerlemektedir. Filmin başlarında sevgilisi Marta’ya tanrının sessizliği üzerinden yakınmaları ve kendi ilişkileri hakkında Marta’nın Tomas’a sevgiyle ilgili söyledikleriyle başlıyor film. Tomas, eski sevgilisi öğretmen Marta ile olan ilişkisinde ise biraz acımasız, soğuk ve bencil. Marta’nın Tomas’a yazdığı mektup ve bu mektubu Marta’nın sesinden dinlediğimiz sahne oldukça can alıcıdır.

    “Birbirimizle konuşmakta zorlandık. İkimizde utangaçtık. Söylemem gereken önemli bir şey var. Geçtiğimiz yaz ellerimde çıkan korkunç kızarıkları hatırlıyor musun? Ne kadar kötü durumdaydım hatırlıyor musun? Ellerim sargılı ve kaşıntısından uyuyamıyordum. Derim parçalanmıştı ve avuçlarımda açık yaralar vardı. Sana öfkeyle çıkışmıştım. Sana gerçekten duanın gücüne inanıp inanmadığını sormuştum. İnandığını söylemiştin. Çirkin ellerim için dua edip etmediğini sormuştum. Ama bu senin aklına gelmemişti. Aşırı dramatik bir biçimde senden orada dua etmeni istemiştim. İşin tuhafı kabul ettin. Uysallığın beni öylesine öfkelendirmişti ki bandajı yırtıp atmıştım. Gerisini anımsarsın… Açık yaraların görünüşü seni etkilemişti. Dua edememiştin, bütün bunlar seni iğrendirmişti. Ben senin tepkini anlıyordum ama sen beni hiç anlamadın. Aramızdaki sevgi yoksunluğunu, beceriksizce aşk denemelerimizle kapatmaya çalıştık. Kızarıklıklar alnıma ve kafa derime yayıldıkça benden nasıl uzaklaştığını farkettim. Beni tiksindirici buldun. Buna rağmen hislerimi ayrı tutmaya çalıştın. Ardından kızarıklıklar ellerime ve ayaklarıma yayıldı ve ilişkimiz bitti. Bu beni çok sarstı. Birbirimizi sevmediğimiz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım. Tomas, senin imanına asla inanmadım. Zira dini sıkıntılar tarafından asla eziyet çekmedim. Tanrı ve İsa sadece müphem varlıklardı. Benim için ise senin imanın belirsiz ve nevrotikti. Kimi yönlerden zalimce aşırı hislerle dolu ve ilkelceydi. Özellikle de bir yönden anlamam imkansızdı: İsa Mesih’e yönelik aldırmazlığın. Şimdi sana yanıt bulmuş dualardan bahsedeceğim. İstersen buna gülebilirsin. Şahsen ben ikisinin birbiriyle ilintili olduğuna inanmıyorum. Hayat, doğaüstü olayları içermeden de yeterince karmaşık. Hatırlarsan yaralı ellerim için dua edecektik. Ama hoşnutsuzluğundan nutkun tutulmuştu, daha sonraya ertelemiştin. Öfkelenmek ve seni kışkırtmak istiyordum. Tanrım beni neden edebi hoşnutsuzluk içinde yarattın? Böyle ürkek, böyle acı? Niçin böylesine perişan olduğumu fark ettim. Neden önemsizliğimle böyle bir azabı yaşamak zorundayım? Eğer acılarımın bir nedeni varsa söyle bana. Böylece şikayet etmeden onlara katlanabileyim. Hem madden, hem manen çok güçlüyüm. Ama bana gücüme layık bir vazife vermedin. Hayatıma anlam kat ve senin uysal kölen olayım…”

    Tomas bu mektubu okuduğu sırada ziyaretine gelecek olan Jonas, papaz Tomas’ın çektiği içsel yalnızlığı ve yaşadığı bunalımı daha da katlayacaktır. Jonas’ın problemi, gazetede Çin ile ilgili bir haber okuduktan sonra ortaya çıkmıştır. Haberde, Çinlilerin nefretle yetiştirildiklerini, yakın bir zamanda atom bombası üreteceklerini yazıyor. Hayatın sevgiden yoksun ve nefretle beslenmesi fikri Jonas’ı canına kıymaya varacak kadar ileri bir seviyeye ulaşmıştır.

    “Bir zamanlar müthiş hayallerim vardı. Dünyada izimi bırakacaktım. Gençlikte duyduğum bütün ülküler.Kötülüğe dair bir şey bilmezdim.Papazlığa ilk başladığımda bir bebek kadar masumdum. Sonra her şey birden oldu. İspanya iç savaşında Lizbon’da bir gemide papazdım. Neler olup bittiğini görmeyi reddettim. Gerçekleri kabullenmeyi reddettim. Tanrım ve inancımla birlikte her şeyin anlam taşıdığı bir dünyada yaşıyordum. Ben… Görüyorsun, çok iyi bir papaz değilim. İmanımı inanılmaz ve özel bir Baba-Tanrı figürüne adadım. Ne kadar korkunç bir hata yaptığımı görüyor musun Jonas? Cahil, şımarık ve kaygılı bir sefilden, çürümüş bir papaza dönüştüm. Dualarıma iyi huylu cevaplar veren ve sakinleştirici bir şekilde kutsayan bir taklit Tanrı!
    Tanık olduğum tüm gerçeklerde Tanrı ile yüzleştiğim anlarda çirkin ve iğrenç bir mahluka dönüştü. Bir örümcek Tanrı, bir canavar. Böylece ışıktan kaçtım, kendimi karanlığa gömdüm. Tanrımı tek gösterdiğim kişi karımdı. Beni destekledi, yüreklendirdi ve bana yardım etti. Delikleri onardı.”

    Tomas’ın bu sözleri Jonas açısından yıkıcı nitelik taşımaktadır diyebiliriz.

    -Gitsem iyi olacak.

    -Hayır gitme.

    -Bunu size neden anlattığımı anlamanızı istiyorum.

    Papazın lafını bitermesine müsaade ederek biraz daha kalır Jonas.

    -Bu kadar kafam karışık konuştuğum için bağışlayın ama bütün bunlar birden beni çok çarptı. Eğer tanrı yoksa bu gerçekten bir fark yaratır mı? Hayat anlaşılır hale gelir. Ne büyük rahatlık! Ölüm aniden hayatın sonu olur. Bedenin ve ruhun sona ermesi. Zulüm, yalnızlık ve korku…Bütün bunlar açık ve net bir hale gelmeli. Istırap akıl almaz bir şey, izaha gerek duymuyor. Bir yaratıcı yok. Hayatı destekleyen birisi yok. Şekillendiren yok. Tanrım, beni neden terk ettin?”

    Belki bir çözüm yolu bulurum umuduyla papazın yanına gelen Jonas onun kendinden daha da karamsar olduğunu görünce iyice çökmüştür ve eve giderken intihar eder.

    Ve son olarak kilise çalışanı Algot’un tanrı hakkındaki konuşması tüm bu varoluş sancılarını körükleyecek, o da tanrının sessizliğinden nasibini alacaktır.

    “İsa’nın tutkusu, çektiği acılar… Fiziksel acıya yapılan bu vurgu o kadar da kötü olamaz. Küstahça konuşuyor olabilirim ama mütevazi olmam gerekirse, en az İsa kadar fiziksel acı çektim. Çektiği işkence nispeten kısaydı. Bildiğim kadarıyla dört saat civarındaydı, değil mi? Başka bir çeşit acı çekmiş olabileceğini hissediyorum. Belki de tamamen yanlış anlamışımdır. Ama Gethsemane’yi düşünün peder. İsa’nın öğrencileri uyuyorlardı. Son yemeğin anlamını kavrayamamışlardı. Sonra kanun adamları geldiklerinde kaçıp gittiler. Ve Peter onu reddetti. İsa öğrencilerini 3 yıldan beri tanıyordu. Her anlarını beraber geçirdiler. Ama ne demek istediğini anlayamadılar. En son kişiye kadar onu yalnız bıraktılar. Ve tek başına kaldı. Bu acı vermiş olmalı. Kimsenin anlamadığını fark etmiş olmak. Güvenebileceği birilerini ararken terk edilmek. Bu ıstırap verici olmalı. Ama en kötüsü daha gelmemişti. İsa çarmıha gerildiğinde ve asılı kaldığında acılar içinde bağırdı: Tanrım, Tanrım! Neden beni terk ettin? Bütün gücüyle bağırdı. Cennetteki babasının onu terk ettiğini düşünüyordu. Vaaz verdiği her şeyin yalan olduğunu düşündü. Ölmeden önceki anında İsa şüphe içerisinde kaldı. Kesinlikle bu onun en büyük sıkıntısı olsa gerek? Tanrının sessizliği.”


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.