Bir Tablodan Fazlası: Le Tableau

Bir Tablodan Fazlası: Le Tableau
  • 9
    0
    1
    1
  • Tüm Lolalara!

    Bazen bir film izlersiniz ve hayatınız değişir, yani öyle derler işin aslında bakılırsa. Böyle diyorum çünkü şu zamana dek hiçbir film benim hayatımı değiştirmedi. İnsanın hayatının değişmesi için filmlerden fazlasına ihtiyaç duyanlardanım galiba. Ama kendimi ya da kim olmak istediğimi gördüğüm birçok film oldu, bunlardan biri de Jean-François Laguionie'nin yönettiği 2011 Fransız yapımı film, Türkçeye "Mutluluğa Boya Beni" olarak çevrilmiş Le Tableau idi hiç şüphesiz.

    Bir animasyon olması sizi kandırmasın, filmin çocuk filmi olmakla alakası yok. Film içinde pek çok şeyi barındırıyor aslına bakılırsa; kendinize, çevrenize dair pek çok şeyi bulabileceğiniz bir yapıt. İçinde barındıkları arasında sosyal taşlamalar da var ki bunlar belki de filmin en çok dikkat çeken özelliklerinden biriydi pek çok insan için. Savaşın anlamsızlığı, sınıf farkının gerçek anlamda resmedilmesi ve daha niceleri... Hepsini bu 80 dakikalık filmde bulabilirsiniz, daha fazlasını hatta. Ancak filmdeki bulacağınız en kıymetli şey bence Lola'dır, ana karakterimiz yani. 

    Film imkansız bir aşk hikayesi ile başlar: Tablonun ressamı tabloyu yarıda bırakır, tablodakileri terk eder. Tablodakilerin bazıları tamamlanmıştır, rengarenk elbiseleri vardır. Bazıları ise yarım bırakılmıştır kiminin elbisesini boyamamıştır ressam, kiminin tenini. Bir de tamamen eskiz olarak kalanlar vardır, birkaç çizgi çizip onları bırakmıştır öylece. Resamın terk ettiği tablodakiler bu şekilde gruplanırlar, bir sınıf farkı oluşur aralarında: Tam olanlar, yarım kalanlar ve eskizler. Filmdeki imkansız aşk hikayesi de bu temele dayanır zaten. Bir tamamlanmış ve yarım bırakılmışın arasındaki imkansız ve toplum tarafından kabul görmeyen aşkı ile karşılanır seyirci ilk sahnelerde. Bu aşkın imkanlı hale gelebilmesi için ressamı aramaya koyulur tablodakilerin bir kısmı, çünkü ressam yarım kalanı tamamlarsa aşkları artık diğerleri için imkansız olmaz ve birbirlerine kavuşabilirler bu şekilde.

    Film bunun üzerine başlar, maceralar art arda gelir. Ressamı ararken karakterlerimiz başka tablolarda bulurlar kendilerini, en sonunda ressamı bulamazlar ama rengi bulurlar. Buldukları renklerle yarımlar kendilerini tamamlarlar. Böylece aşıklarımız kavuşur. Ancak bir kişi vardır ki o ressamı aramayı bırakmamıştır. Herkes kendisini "tamamlamak", rengarenk boyamakla uğraşırken o tabloyu terk etmeyi tercih etmiştir. O kişi Lola'dır. Herkes bir savaştan başka bir savaşa koşarken, bir yerlerde bir şeylerin kavgasını verirken aslında Lola da tüm o savaşların, kavgaların içerisindedir. Ama bana göre bir o kadar da dışındadır. Herkes birbirinin etkisiyle hareket ederken bireyselliğini yitirmişcesine davranır filmde. Kimisi bir aşkın kahramanıdır, kimisi bir savaşçıdır, askerdir.

    Lola hiçbiri değildir, hayatın akışı içerisinde durup nefes almayı hatırlayandır. Bu nedenle filmin sonunda tüm yarım bırakılmışlar ve eskizler kendini tamamlarken rengarenk boyalarla; o tamamlamamış, boyaların hiçbirini kullanmamıştır. Kendisini eksik görmediği için tamamlanmak istememiştir bana göre. Düşünceleriyle, yaşamak istediği hayatla tamamlanmıştır bir bakıma, o nedenle o renklere ihtiyacı yoktur diğerleri gibi. Sonuç olarak ise herkesi o tablonun içerisinde bırakıp gitmiştir. Tablonun dışına çıkan, çerçevenin içerisine hapsedilmiş olmayı reddedendir Lola. 

    Lola'nın benim için bu kadar önemli olmasının nedeni film bitince durup ben onun yaptığını yapar mıydım diye düşünmeme sebep olmasıydı. Her gün, her yerde, süreklilik kazanmış bir fikir akışı var. Binlerce düşünce, görüş çevreliyor etrafımızı sürekli. Gün geçtikçe bu fikirlerin hangisi bize ait, hangisini gerçekten biz düşündük, başkasının fikrini mi benimsedik yoksa bunu gerçekten bir süzgeçten geçirip öznelleştirdik mi gibi sorular daha çok kurcalıyor aklımı. Bana ait hayallerle; insanların hayalleri, toplumun istekleri arasındaki çizgi alınan her yaşta, verilen her kararda, geçen her günde biraz daha belirsizleşiyor. Bu nedenle en zoru insanın kendisini tanıması belki, bu çağda kendimizin kim olduğunu anlamayı geçin; gerçekten neler düşündüğümüzü, neler istediğimizi ayırt etmek bile oldukça büyük bir efor istiyor. Her şeyden sıyrılıp gerçekten kim olduğumuzu, ne düşündüğümüzü, isteklerimizi, tutkularımızı, beğenilerimizi bulmak mümkün mü bunu bilmiyorum, bence çoğumuz bilmiyoruz. Zaten tüm bunları bilmesi, bunların en sonunda farkına varması Lola'yı benim gözümde eşsiz kalın ve öyle kalmasını sağlayan özelliğiydi.

    İçerisinde olduğumu düşündüğüm tablodan çıkabilmeyi, çerçevenin beni hapsetmemesini o kadar çok istedim ki filmi izledikten sonra, hala da istiyorum ama bazen unutuyorum bu isteği. Benim olmayan bir akışa kapılıyorum günlük hayatta. Aslında bu çıkışı bulmak için gereken güç her insanın içinde var, eninde sonunda yapabileceğiz. Hayatımız bir noktasında bu gücü belki bulacağız, belki bunları hiç fark etmeden, düşünmeden bir ömür geçireceğiz. Ama bana göre en zor olan bunu fark etmemizi sağlayacak bir Lola bulabilmek ya da aynaya baktığımızda içimizdeki Lola’yı görebilecek kadar sıyrılabilmek; kendimiz sandığımızdan, bize dayatılanlardan, farkında olduğumuzu sandığımız düşüncelerden ve düşüncesizliklerden. 

    Kaynakça: Le Tableau (Jean-François Laguionie, 2011)

    Ek olarak filmin müzikleri, filme dair en sevdiğim şeylerden biriydi, göz atmak isteyenler için: target="_blank" rel="noopener">Pascal Le Pennec: Le tableau (Bande originale du film)


    Yorumlar (1)
    • Hayatın akışı içinde bana nefes almayı hatırlattığın için teşekkür ederim

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.