Geçtiğimiz günlerde 93.’sü gerçekleşen Akademi Ödülleri’nde 6 dalda adaylığı bulunan The Father filmi, En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü’nü kazanmayı başardı. Diğer yandan En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü de filmin başrol oyuncusu Anthony Hopkins kazandı. Vizyona girdiği ilk günden beri büyük bir sükse yaratan filmin bu denli büyük bir başarı yakalaması şüphesiz ki kimseyi şaşırtmadı.
Anthony, 80’li yaşlarda, emekli bir mühendistir. Kızı Anne, yıllardır babasının bütün bakıcılara zorluk çıkardığından yakınmaktadır. Daha önce bir kez evlenip boşanan Anne, yeni erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak için Paris’e gitmek ister lakin babasını da tek başına bırakmaya asla gönlü el vermez. Babasına yeni bir bakıcı ayarlamaya çalışırken Anthony için hayat oldukça zorlaşmaktadır. Demans hastası olan Anthony, gerçek ile hayali, doğru ile yanlışı sürekli karıştırmaktadır. Hastalığı öylesine hızla ilerlemiştir ki evde sürekli kızının 10 yıl önce boşandığı kocasını görür. İşin kötü yanı ise bu hastalık yüzünden Anthony gerçekte var olmayan bütün her şeye inanmaktadır. Bu durum ise onun hayatını gün geçtikçe zorlaştıracak, onun hayat ile olan ilişkisini zora sokacaktır.
The Father, konu bakımından aşırı özgün ve yenilikçi bir görüntü çizmese de usta oyunculuklar ve olay örgüsünün birçoğumuzun hayatına ışık tutması sebebiyle seyirciyi kendine rahatlıkla bağlayabilen bir film. Hayatının son demlerini yaşayan Anthony’nin kendini korumasız ve güçsüz hissettiğinde içinden çıkan masum bir çocuğu görmek hiç de zor olmuyor. The Father, bir “huysuz baba ve onu idare etmeye çalışan bir kızı” filminden çok daha fazlası olduğunu filmi izlediğiniz her dakika size net bir şekilde gösteriyor. Yaşlıların azımsanmayacak bir yüzdesinde görülen alzheimer ve demans hastalıklarının aslında bireyin beynini kemiren birer kurt olduklarını görüyoruz. Öte yandan elinde olmayan sebeplerden dolayı kızının hayatını da kısıtlayan ve ona yük olduğunu düşünen bir babanın aslında kendi kızına karşı istemsizce mahçup olduğu da gözler önüne seriliyor. Zaman-mekan bütünlüğünden kopan Anthony’nin gerçekle bağlantısı koptukça kendi hayatına bile ne kadar yabancılaştığı, güvenli bir liman olarak gördüğü şeyleri unutmaya başladığı andan itibaren artık kendini tanıyamadığını görülüyor. Filmin büyük bir bölümü Anthony’nin bakış açısından çekildiği için, bazı sahneleri izlerken bir seyirci olarak neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlamak zorlaşıyor. Bu da filmin aslında bu hastalık üzerine ne kadar harika bir empati örneği barındırdığının göstergesidir. Belki de filmin, izleyen birçok insanın hayatını bir şekilde yakalamasının sebebi ise herkesin hayatında onu kötü görmeye dayanamayacağı kadar sevdiği insanların olması olabilir. Bu bakımdan The Father, hikaye ilerledikçe bir dram filminden drama filmine doğru evriliyor ve son sahnesinde seyirciye dokunaklı bir ders veriyor.
Anthony Hopkins’in kariyerindeki en iyi performanslarından birini izlediğimiz filmde, 2019 Akademi Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Olivia Colman’ın performansı da göz dolduruyor. Filmde mekan bakımından oldukça kısıtlı bir yer olsa da görüntü açısından da yılın en iyi filmlerinden biri olduğu kesin. Klasik bir duygusal filmden çok daha fazlası olan The Father, son yılların en başarılı yapımlarından birisi ve kesinlikle izlemeye değer.
Yorum Bırakın