Sinemanın kurallarını ve anlattığı hikâyeleri ustaca eğip büken, toplumsal sınıfları eleştirmekten çekinmeyen, erotizm ve gerilimi harmanlayan Fransız yönetmen François Ozon'un beş filmini sizler için derledik!
L'amant Double (2017)
‘’Hep bir kız kardeş hayal etmişimdir. Bir ikiz, bir kardeş, her zaman beni koruyacak…’’
Saçları özensizce kesilirken izleyicisine tabiri caizse dik dik bakan bir kadın karakter (Chloé) ile başlıyor seyir maceramız. Açılış sekansıyla Chloé'nin içsel bunalımının/çatışmalarının, yeni bir benlik arayışına gireceğinin ve fırtınanın çok yaklaştığının altını gözümüze sokarcasına çiziyor François Ozon. Kaynağı bir türlü tespit edilemeyen kronik karın ağrıları şikayeti ile doktora görünen karakterimiz, son çare bir psikiyatra yönlendiriliyor ve dananın kuyruğu tam da bu noktada kopuyor. Psikiyatr Paul Meyer, son derece durağan, sıradan ve hatta sıkıcı bir kişiliğe sahip olsa da ikilemler arasında debelenmekten yorulmuş Chloé'nin ilgisini çekiyor ve aralarında etik dışı bir ilişki doğuyor. Fakat yeni bir ev, iş ve aşk Chloé'nin karın ağrılarının dinmesine yardımcı olamıyor ve karakterimizin hayatına var olduğunu dahi bilmediği Paul'ün ikizi Louis giriyor. Louis, kardeşinin tam aksine tüm duygularını uçlarda yaşıyor; vahşi ve tutarsız. Sıkça rastladığımız erotizm, fetişizm ve ikizler arasındaki baskınlık yarışı ile gerilimin ritmi daima artarken Ozon, hikâyenin sonunda bizleri gerçek ile hayal ürünü arasındaki arbede ile baş başa bırakıyor.
Frantz (2016)
“Yasını tuttuğunuz insanı idealleştirilmiş bir formda anarsanız bu sizi rahatlatır ve size zevk verir.” (François Ozon)
Karakterlerin olabildiğince az aksiyon aldığı, hikâyenin temelde diyaloglar ile çözümlendiği, savaş sonrası yaşanılan buhran, travma ve hayatını yitirenlerin ardından giderek hırçınlaşan milliyetçilik anlayışının olabildiğince zarif bir dille anlatıldığı Frantz; siyah-beyaz bir sinematografi ile çıkıyor karşımıza. Ancak Ozon, ekseriyetle doğa ve sanat ile buluşulan yahut karakterlerin saf bir mutluluk ile dolup taştığı anlarda renkleri de devreye sokarak eserini bu anlamda tekdüzelikten kurtarıyor. Nişanlısı Frantz'ı savaşta kaybeden Anna'nın, hâlâ tutkulu bir aşkla bağlı olduğu adamın mezarına bir gün bile aksatmadan götürdüğü çiçekler ile başlayan film; ilk kez mezarlıkta gördüğümüz Adrien Rivoire ile seyircide merak ögesini harekete geçiriyor. Daha sonraları affedilmeyi ve kabuslarından kurtulmayı dileyen bir Fransız askeri olduğu anlaşılacak olan bu kırılgan yabancı, bambaşka bir portre çizerek giriyor yalnızca bir kez gördüğü Frantz'ın ailesine ve hatta hayatına. Zamanla, acısı ile başa çıkmak yahut hayatına devam etmek adına hiçbir adım atmayan Anna, Adrien ile yaralarını sarmaya gayret ederken imkansız bir aşkın girdabına kapılıyor ve en nihayetinde kendini film boyunca bahsi geçen Édouard Manet'nin "Le Suicidé" tablosunun karşısında otururken buluyor.
Jeune et Jolie (2013)
"...İşte o gece, dönüyorsun o gürültülü kafelere. Bira ve limonata ısmarlıyorsun. On yedisinde kimse ciddi değildir. Yol boyunca uzanır ıhlamurlar."
On yedi yaşındaki Isabelle'in; steril ve elitist annesi ile üvey babasının kanatlarının altından çıkıp, konfor alanının dışında kendini bir "arzu nesnesi" olarak bulduğu hayatı keşfediş sürecine götürüyor Jeune et Jolie bizi. Öz babasının yalnızca yılda iki kez kendisine harçlık gönderdiği, ilk cinsel birlikteliğinde travmatik deneyimler yaşayan ve belki de tek gerçek dostu erkek kardeşi olan Isabelle, kendinden yaşça büyük kişiler ile ihtiyacı olmadığı hâlde para karşılığında birliktelik kurarak derinlerde bir yerlerde artık ilgisini çekemediği ailesinden intikam alıyor ve bu yolda karşılaştığı insanlar, davranış biçimleri aracılığıyla aslında yaşamın ne denli acımasız olduğunu fark ediyor. Büyüme sancılarıyla aniden ve özensizce verdiği bu karar, defalarca kez aşağılanması ve sevdiği insanların güvenini kaybetmesiyle ruhunda yeni yaralar açıyor ve ardında savaşması gereken bir bağımlılık bırakıyor.
Dans la Maison (2012)
"Fırtınalı gecelerde tüm çocuklar kabus mu görür?"
Defalarca kez özgün bir roman yazmaya yeltense de başarılı olamayan, yeteneğinin sınırlarını keşfeden ve bunu içten içe kabullenemeyen edebiyat öğretmeni Germain'ın, öğrencilerinden hafta sonu nasıl vakit geçirdikleri ile ilgili sıkıcı bir ödev yapmalarını istemesiyle başlıyor Dans la Maison. Okuduğu her sayfanın ardından şikayet eden, hayal kırıklığına uğrayan ve öğrencilerinin potansiyelinden memnun olmayan karakterimiz sonunda sert bir kayaya çarpıyor: Claude Garcia. Claude, bir yıl boyunca sınıf arkadaşı Rapha ile ailesini röntgenlediğini ve çeşitli bahanelerle hayatlarına, evlerine dahil olmaya çalıştığını son derece aşağılayıcı bir üslupla anlattığı ödevi ile öğretmeninin ilgisini çekiyor. Germain, okuduklarının etikten son derece uzak olduğunun bilincindeyse de bu genç kalemin zekasının, kabiliyetinin büyüsüne kapılıyor ve ona mentorluk yapmaya karar veriyor. Bu süreçte olayların salt bir kurgu mu yahut süslenmiş gerçekler mi olduğunu sürekli sorgulayan öğretmen, merakının kurbanı oluyor ve Claude nihayetinde onun da evinin kapısına dayanıyor. Bu gerilim dolu akışın yanında Ozon, Rapha'nın ailesi üzerinden orta sınıfın eğreti kültürünü ve sabırsızca paçayı yırtma arzusunu açıkça eleştirmeyi de ihmal etmiyor.
Grâce à Dieu (2018)
“Tanrıya inanıyor musun?”
Alexandre Guérin, bir yandan beş çocuğu ve kendisini daima destekleyen eşi ile birlikte gürültü patırtıdan uzak, huzurlu bir hayat sürerken diğer yandan küçüklüğünde yaşadığı travmaların izlerini silmeye gayret ediyor. Çocukken kilise aracılığıyla gittiği kampta, Bernard Preynat isimli bir din adamı tarafından defalarca kez taciz edilen Alexandre, yirmi beş yıl sonra suskunluğunu bozmaya karar veriyor. François Ozon; Alexandre'ın ebeveynlerinin dahi yaşananları örtbas etmeye çalıştığı bu süreçte karşısına çıkan engelleri, faillerin ve kilisenin korkunç tutumunu cesur bir dille beyaz perdeye uyarlıyor.
Yorum Bırakın