Hayat bilindik sırası ve acılarıyla devam ediyordu. Gece oluyordu, her yer kararıyordu, insanın içi dahil tek bir ışık yakacak parıltı kalmıyordu. Bilinmez, tenha sokak aralarında tehlike kol geziyordu. Farelerin bile saklanarak sabahı sabah ettiği, köpeklerin, kedilerin yana yakıla can korkusuyla bir yudum su bir parça ekmek aradığı o yer, sevilmeyenlerin pencerelerin kenarlarında yahut bir balkon pervazında sokak lambalarının yeniden yanmasını beklediği o yer, sevmeyi bilmeyenlerin her şeyden ve dahası kendinden habersiz başını yastığa cahil mutlululuğuyla koyduğu ve gündüz gözleri açık halinden farklı olarak gözleri kapalı uykuya daldığı o yer, dünyaydı işte. Her gece güneşin batıp sonra yeniden doğduğu, parçaladığı, yaktığı, yıktığı, kırdığı, döktüğü, tarumar ettiği, yok etmeye yaklaştırdığı her şeyin bir yaşam çırpınışında olduğu, ölüme bir kulaç kalınmış o yer dünya işte. Hastalıklarla boğuşulan, amansız anlaşmazlıklar dolu, birbirini duymamaya yemin etmiş fikirlerin savaş yarattığı, yaşanmış ya da yaşanması muhtemel tecavüz ve cinayetlerin yaşandığı, çocukların gülüşlerinin söndüğü ve kepenk vurduğu bir esnafın dükkanına, o yer işte, dünya dedikleri.
Müzik notalarıyla gençliğini anımsayıp tüm günün yorgunluğu unutan gözlerinin kenarlarındaki çizgilerle gülen o güzel kadının durduğu ve saçlarının müziğin ahengiyle uçuştuğu o yer, yangının ortasında hayata gözlerini açan bir yavrunun doğduğu , mamaları verdikten sonra diğer sokaktaki kedilere gitmek için annesinin elini çekiştiren küçük kızın evi, o gün öğrencilerine sevgiyi anlatabildiğini hissettiren olaya şahit olan öğretmenin haklı gururunu yaşarken omuzları dimdik okulundan evine doğru adım attığı yer dünya. Betonların arasından gün ışığına aşık gibi kavuşan bitkinin yeşerdiği yer, çimlere uzanmış yorgun simitçiyi serinleten rüzgarın estiği, metrodan inip eve giderken marketten en ucuzundan çikolata alıp ekmeğin arasına sıkıştıran babanın yürüdüğü yol o yer, dünya işte. Mahalleden geçerken hayran bakışlar arasında ellerinde çiçeklerle eşine koşan adamın utangaç yüzünün hatırlandığı o sokak aralarının sahibi o yer, yağmur damlalarının kaldırımlara değil dans eden omuzlarına düştüğü yer, dünya. Gidişiyle yüreğini dağlayan sevgilinin döndüğü yolların bahar sabahı gibi yeniden çiçekler yeşerttiği o bahçe, birlikte ağız dolusu güldüğün günler ve sabahların başlangıcı, o korktuğun eşiklerin geçildiği sınırlar, bir daha kapanırsa korkusuyla hiç tam kapatamadığın hep aralık bıraktığın o kapının olduğu yer, dünya. Aylardır uğraştığı projesini bitirip gözlüğünü masaya koyarak annesini arayan mimarın titrek sesinin yankılandığı yer, kanat çırpan bir kuş uçuşunun umut saçan ışıltısının görüldüğü yer, torun haberi bekleyen teyzenin bakıp bakıp iç geçirdiği o gökyüzünün yeri burası. Yahu burası böyle işte. Dünya. Neyden emin olduysan onun şüpheye düştüğü ve neyden şüphe duyduysan ondan emin olacağın yer. Karanlık kadar aydınlık da saklayan, biri olmadan diğerinin olmadığı yer.
Hiç alışılmayan ama hep oralıymış gibi olduğun, koruyamadığın ama en çok sahip çıktığın o yer, dünya. Ve sen oralısın. Selam dünyalı. Ben de oralardanım. Ve şimdi sahip çıkalım ona, şimdi çok geç olmadan.
Yorum Bırakın