Kasanın arkasında duran adam " Asya” diye seslenip ödemeyi talep ettiğinde, kendine gelmişti. Güneş gözlüğü başındaydı ama gözlerinin dolduğunu fark ettiği için sesin sahibine dönmeden önce gözlüğünü burnunun üstüne indirdi ve ödemeyi yaptı. Her zaman geldiği yerde bugün ilk defa teşekkür bile edemeden hızlıca kahvesini alıp çıkmak zorunda kalmıştı. Derin nefesler almaya çalışıyordu fakat bunu başarmak o kadar da kolay değildi. Doğduğumuz ilk andan itibaren kolayca yaptığımız ciğerlere hava doldurma işlemi bile şu an için zor gelmişti Asya’ya. Gözlerinde tutmaya çalıştığı yaşlar aksın istiyordu ama yine tutulu kalmışlardı orada. Dar sokakta gözüne çarpan ilk şey boş kaldırımlar olmuştu. Sokağın köşesine doğru ağır ağır ilerledi ve kaldırıma otururken sırtını duvara yasladı. Kahvesine sarılıp parmaklarını havanın çıldırtıcı soğukluğundan korurken gözlüğünü çıkardı ve kucağına bıraktı. Işığı rahatsız eden güneş burada yoktu, neyse ki ısısından bu aylarda yoksun kalıyorlardı. Bakışlarını önünde ne olduğunu anlamadığı şekillerle dolu olan duvara çevirdiğinde duraksadı. Bakıyordu ancak aslında görmüyordu. Gözünün önünde o anı canlandırıyordu. Hayal değildi, onları birlikte görmüştü. Biliyordu onların ''onlar'' olarak varlığını ama hiç görmemişti. Görmediği için de beyninin bir yerinde mutsuz olduklarına inanıp “ o ve diğeri ” olarak varlıklarını kabul etmek daha kolayına gelmişti. Fakat öyle olmadığını görmüştü. Sevgilisinin kahvesini yan kasadan söylerken “ biliyorum sevdiğin kahveyi” gülümsemesi dudaklarındaydı. Tanıdık gelen sese döndüğünde o gülümsemeyi de görmüştü. Bir gün çayına kaç şeker attığını bildiğinde hissettiği duyguyu hatırlamıştı. Küçücük bir detaydı ama gözlerinin parlamasına sebep olmuştu. Bugün de o anı boğazında yumru olarak kalmıştı. Duvara bakmayı kesip başını soğuk duvara yaslayıp gözlerini kapatırken derin nefes almaya çalıştı ve başarılı oldu. Gözleri artık dolu değildi ama boğazındaki yumru oradaydı. Gitmeyecekti. Kabul etmişti Asya. Gözlerini açtığında sokakta insanlar olduğunu fark etti ve hızlıca doğruldu. Bürosunun bir sokak ötesindeydi. Ayağa kalkıp kahvesinden bir yudum aldığında yüzünü ekşitti. Buz gibi olduğu için sokağın sonundaki çöp kutusuna doğru ilerledi ve parmaklarının arasından kayıp giden kahvenin tenekede gürültüyle çıkardığı sese aldırmadan devam etti. Bürosuna ulaştığında yüzünde her zamanki gülümsemesi vardı. Gün yeni başlıyordu.
Kahvesi çöpe gittiği için odasından önce mutfakta kahve makinesi önünde başlayan günü yine mutfakta kahve kupasını yıkayarak bitirmişti. Hava kararmış, güneş gülümsemesi ile beraber gökyüzünü terk etmişti. Gün boyunca kaçtığı düşünceler yine beynindeki yerini almaya başlamıştı. Çantasını ve ceketini alıp bürodan ayrıldı. Sabah yürüdüğü yolları tekrardan yürürken onun için istediği kahveyi düşündü. Asya’nın favori kahvesi onun sevgilisinin de favori kahvesiydi. Herkes benzediklerini söylediğinde bunun abartı olduğunu düşünmüş, müzik listesinde ortak şarkıları görünce bir tesadüf olabileceği yalanına sığınmak istemişti. Oysa öyle değilmiş. Benziyorlarmış. Onun da saçları kısaymış kendisi gibi. Arabasına ulaştığında sürücü koltuğuna yerleşti. Sokaklar saat geç olduğu halde doluydu. İstanbul böyleydi hep kalabalık, hep dolu. Evine gidecekken sahil yolunda bulmuştu kendini. Bir otoparka arabasını bırakıp sahile doğru yürüdü. Kıyıya vuran dalga sesleri haricinde pek gürültü yoktu. Hoş, dalga sesleri kuru bir gürültü olamayacak kadar güzeldi. Omuzlarında ceketinin üstüne attığı battaniye, arabada her zaman bulunurdu. Küçük bir şeydi ama onu ısıtmaya yetiyordu. Tek kişilikti zaten çift kişilik olanı çıkarmıştı aylar önce. Banka oturdu ve dizlerini kendine çekip battaniye ile bacaklarını sararken arkasına yaslandı. Deniz kokusu ve sesi... En sevdiği şeylerdi. Bu şehre gelme sebebiydi belki de. Çünkü biliyordu ne zaman ne hissederse hissetsin deniz ile onu daha yoğun hissedecekti.
Kaçmamaya o an karar vermişti Asya. Artık kaçmayacaktı. Yorulmuştu. Ona olan öfkesinden de aşkından da bıraktığı histen de... Her şeyinden yorulmuştu. Bir mesajla onu bir daha göremeyeceğini anlamıştı. Bir buçuk yıldır zaten görüşemiyorlardı ve ilk gördüğünde boynuna sarılmayı hayal ediyordu fakat öyle olmamıştı. Onu tekrardan ilk kez bugün görmüştü. Hiç beklemediği bir anda, güvende hissettiği, her zaman gittiği sıradan bir kafede. Artık oraya da gidemezdi. Kafesini de elinden almıştı şimdi. Ne bırakmıştı ki elinde? En yakın arkadaşıydı eskiden. Öyleymiş. Hatırlamıyordu o hissi artık ama biliyordu, bir zamanlar en yakınıydı. İlk gördüğü an ona aşık olmuş, sonra tanışmış, sonra arkadaş olmuşlardı. Asya, hep aşıktı ona. Söylemişti de tanıştıktan iki ay sonra. Olabilir belki ilerde demişti Asya’ya. Olmamıştı ama Asya bunu anlayana kadar umutla beklemişti. Bir gün o da anlayacaktı Asya’yı sevdiğini, beklemeye değerdi. Sonra üçüncü kişi geldi. Asya’nın onun adını ilk duyduğu an çayına kaç şeker attığını bildiği gündü. “O vardı ama benim de çayımı nasıl sevdiğimi biliyordu.” Ama o vardı. Asya ağlarken onu arayıp ihtiyacı olduğunu söylediğinde onun yanında olduğu için yardım edemeyeceğini belirttiği gün anlamalıydı. Ona karşı hiç şansı yoktu. O kazanırdı. Görmezden geldiği değersizlik hissinin sorun olduğunu günden güne daha iyi anlamıştı. Gözyaşlarından ıslanan yüzünde hissettiği soğuk esinti ile nerede olduğunu hatırlamıştı. Ağlıyordu. Sonunda ağlıyordu. Kabul etmişti yenilgiyi ve artık ağlayabilirdi. Çok uzakta olmayan kafede çalan canlı müziğe dalga sesleri eşlik ediyordu. “ Mahvım yakın perişanım” Mahvım kelimesine takılmıştı aklı. Mahıv. Yok etme, yok olma anlamına geliyordu. O da şu an böyle hissediyordu. Yok olmuş, perişandı. Ağlarken daha da perişan gözüktüğünü hissediyordu ama aynı zamanda özgür hissediyordu. İlk günlerde yakınları bu kadar durgun olma sebebini sorduğunda, adını söylerken gözleri doluyor sesi titriyordu. Ancak bu kadardı. İnsanlar adını duyduğunda ne başka soru soruyor ne de konuyu değiştirebiliyordu. Asya boşluğa bakıyordu, etrafındakiler Asya’ya. İsmi bile yetiyordu. Önceden adını söylediğinde harflerin arasında kelebekler varmış gibi söylerdi. Şiir gibi söylerdi onun adını. Gözleri zaten ışıl ışıl olurdu. Bu hissi çok seviyordu. Hem en yakını hem de hayatının aşkıydı. Kime anlatsa bir gün beraber olacakları günü heyecanla beklediklerini söylüyorlardı. Bir gün Asya’yı sevdiğini anlayacaktı. Anlamamıştı. Beklenen gün de gelmemişti. Bitmişti. Kalbindeki sızı gözyaşlarıyla beraber azalıyor, boğazındaki yumru yok oluyordu. Bitmişti çünkü artık ona aşık değildi.
Ona bakarken bugün aşık olduğu adamı görmemişti ki, hayal kırıklığı görmüştü. Kalp kırıklığından bile daha ağırdı hayallerini böyle görmek. Hata buradaydı o zaman. Bir insanı, beşeri, nasıl hayatının merkezine koyar tüm planlarının baş kahramanı yapardı? Nasıl hayallerini yetim bırakmasına izin verirdi? Gözlerindeki son yaşları silerken artık ağlayacak bir sebebi olmadığını fark etmişti. Bu Asya’nın dönüm noktasıydı. Ayağa kalkması için onları yan yana görüp hayal kırıklıklarını bir cam misali yerden toplayıp pırlantalara dönüştürmeliydi. Artık adım atmanın vakti gelmişti. Şimdi derin nefes alıp yerdeki cam kırıklarını toplamalıydı. Gözleri denizin hemen üstünde parlayan dolunayla buluştu. Artık Asya da Ay gibi tamamlanmalıydı. Bütünüyle barışmalı, kendini kıyaslamayı bırakmalıydı. Bu şehre bunun için gelmemiş miydi? Asya’nın umudu olmayacak mıydı bu şehir? Deniziyle... Deniz onun umuduydu, nefesiydi. Oturduğu banktan kalktı ve battaniyesini omuzlarından banka bıraktı. Ayakkabılarını çıkarıp pantolon paçalarını kıvırmadan denize doğru birkaç adım attı ve sonunda soğuk suyla buluştuğunda bedenine yayılan ürperti ile yüzüne huzurlu bir gülümseme yayıldı. Kurtulmuş hissediyordu. Sanki bacağına biri taş bağlayıp denize atmıştı ama o taştan kurtulmuş gibiydi. Ayağında artık bir taş yoktu, göğsünde de yük gibi taşıdığı platonik aşk. Gönlü de özgürdü artık. Bileklerine kadar denizdeydi ama dalgalar yüzünden dizine kadar ıslanmıştı. Hiç şikayetçi değildi bu durumdan. Zehrini deniz temizliyordu sanki. Akıp gitmişti ruhundan tüm siyahlığı. Uzun zaman sonra aldığı nefes fazla gelmiyordu ona. Huzurlu geliyordu. Aylardır kaçtığı vedayı sonunda gerçekleştirmişti. Denize bakarken dudaklarından bir cümle döküldü.“ mors tua vita mea ” derin nefesin ardından denize son cümlelerini bıraktı.
“Sanki bana gelen son bir hediye gibi başlamıştı bu yolculuk. Ben senin yanında evimde hissediyordum, güvende. Böyle devam etmiştik ama ben senin basma perdene bir çiçek bile olamadım. Şimdi. Şimdi ölüm senin olsun, yaşam benim. Hoşça kal. ”
- Didem Madak'a saygıyla.
gerçekten neler hissettiğimi ve ne yapmam gerektiğini anladığım gün, kahramanının adının da asya olduğu ve kahramanın da iç çözümlemeler yaptığı bir hikayeye denk gelmem tesadüf mü bilmiyorum ama gerçekten çok güzeldi. kaleminize sağlık.