Yaşamınızın bir noktasında hayatınıza dahil olmuş o insanı ya da dahil olmasını hep istediğiniz o insanı düşünün. Ruhunuzun kayıp eşini bulmuşsunuz gibi hissettiren, ne birlikte ne de onsuz olabildiğiniz o insan. İşte Marianne ve Connell’de tam olarak böyle hissettiriyorlar birbirlerine.
Marianne kendi halinde, son derece başarılı bir genç kızdır. Çevresi tarafından soğuk tavırları dolayısıyla zorbalık görür. Connell ise onun aksine son derece sosyal, sporcu bir gençtir. İkilimizin en büyük ortak noktası aslında kendi içlerinde çektikleri yalnızlıklarıdır.
Sadece birbirlerinin yanında yalnızlıklarını biraz olsun hafiflemiş hisseder ikilimiz. Ama bu yine de sağlıklı bir ilişki yaşamalarına olanak sağlamaz. Lise yıllarında Connell’in hataları ve Mariannenin sevilmeyi hak etmediğini düşünen karakteri birleşince ortaya ‘ne seninle ne de sensiz’ gibi bir durum çıkar.
Dizinin en güzel yanı ise psikolojik tasvirleri. Marianne’nin ailesinden gördüğü sevgisizlik ve aşağılanma hissiyatı onu hayatının her anında takip eder. Hatta bu durum onun rol yapmasına bile sebep olur. Romantik bir ilişkide, bir arkadaşlık ilişkisinde veyahut bir aile yemeğinde mutluymuş gibi davranmak, o ortama aitmiş gibi davranmak ama aslında bunlardan çok uzakta olmak Marianneyi izlerken kendimizi de sorgulatıyor bizlere. Tüm bunlara Connell’in söylemek isteyip de bir türlü söyleyemedikleri eklendiğinde aslında işleri ne kadar zorlaştırdığımız ve mahvettiğimiz yüzümüze çarpıyor.
İkilinin yalnız birlikteyken birbirlerine yarattığı dünya ve dil, aşamadıkları duvarları yüzünden bir noktada hep tıkanıyor ve aslında birbirine en yakın olması gereken iki insanın nasıl da uzaklaştığına şahit oluyoruz.
Öyle ki; başından sonu belli olan bu aşk hikayesi bir gün bir yerlerde Marianne ve Connell’in birbirlerini tekrar bulacağı hissiyatını finaliyle bile diri tutuyor.
Yorum Bırakın