HAYATI ANLAMA SANATI VE EDEBİYAT
Hayat yaşadığımız şey midir? Yoksa o yaşadıklarımızın içinde biz olduğumuz için mi hayattır? Şair sorar ki; ‘’ Herkes başka türlü mü yaşıyordu sanki? Başka türlü nasıl yaşanabilirdi?’’
İnsanın anlam arayışı yüzyıllardır bitip tükenmeden devam ediyor. Çünkü insan anlamadan yaşayamıyor, yaşayamaz. Fakat bazen anlamak istemezsin. Gördüklerin, duydukların, yaşadıkların ve yaşattıkların koca birer acı yığınına dönüşür. Hayatın yazısız bir kanunu da vardır ki ‘’ mutluluklar sonraki acılar için devam edebilme gücü veren vitaminlerdir.’’
Nâ’ilî’nin sık sık baktığım ve her seferinde beni derinden sarsan bir beytinden yola çıkmak istiyorum;
Bu ‘âlem pây-tâ-ser kûh kûh-ı mihnet ü gamdur
İder her tîşekâr-ı ârzû bir Bî-sütûn peydâ
Diyor ki; bu alem, baştan ayağa sıkıntı ve gam sıradağlarıyla doludur. Her arzu kazmacısı da yeni bir dağı daha meydana getirir. Bunlar ancak hayatı anlamış olan birisinin söyleyebileceği mısralar. Tıpkı sessiz bir kabulleniş gibi. Sakince, hır gür çıkarmadan, gözlerini yavaşça kapayarak anladım ben demektir karşındaki için. Acılar ve kederler bizi olgunlaştırır. Onlar hayatın birer mihenk taşı. Bunu bir satranç tahtası gibi düşünelim. Oyunun son kısmına gelmişsin, sürekli bir şah mat. Karşındaki kötülükten kaçmaya çalışıyorsun ama nereye kaçabilirsin? Bir karenin içinde sıkışıp kalmışken nereye gidebilirsin? İşte bunu fark edip teslim olduğunda, ciğerlerinden kilometrelerce hızla oksijen geçer. Hayat budur. Acı olur, mutluluk olur, hüzün olur, keder olur. Hepsi yaşamın içinden birer parça. Hepsini kabullenirsen sen olursun. Sen yoksan zaten hayat yoktur. Çünkü hayat senin içindekiler sayesinde hayat olur.
Her gün milyonlarca insan doğup, milyonlarca insan ölüyor. Kimi sessiz sedasız göç ederken kimi de arkasında nice izler bırakıyor. Fakat şu var ki yaşamak ve var olmak ayrı şeylerdir. Herkes bir şekilde yaşar, zor olan kendini var etmektir. O her gün doğan milyonlarca insandan sıyrılmayı başarabilmektir. Çok ilginçtir ki bunu fark edip yükselmeye çalışan çoğu insan aynı hatayı yapıyor. Önce yürüyor bir süre sonra bu ona yetmemeye başlıyor ve hafif hızlanıyor. Fakat etrafındakileri gördükçe yine yavaş olduğunu düşünüp daha da hızlanıyor. Böylelikle bir koşu yarışıdır başlıyor. Şu var ki koşarken çevrendeki her şey iç içe girer ve sen aslında her şeyi daha hızlı gördüğünü düşünürken hiçbir şey görmezsin. Birkaç sene önce dinlediğim bir sohbette Sadettin Ökten’in şu sözlerini defterime yazmışım;
‘’Gök bize bağırmaz, rüzgâr ve dağ bağırmaz. Onları duymak için biraz sessizleşip kalbe dönmeliyiz. Kalp kendisine usulca söylenen her güzel sözü duyar çünkü sakin olan güzeldir.’’
Bu zamana kadar yazılmış her eser, yazarın hayatı özetleme çabasıdır. Onlar anladıklarını düşünürler. Kim bilir belki gerçekten de öyledir. İnsanın kendini anlatma tutkusu aslında kendisiyle olan münakaşasından kurtulmak içindir. Çünkü insan kendisine sığamaz. Bu koskoca ruhlar, bu küçücük bedenlere nasıl sığıyor hiç düşündünüz mü? Ya da bazen sığmadığını, patlayacak gibi olduğunuzu hissettiniz mi? Bunların hepsi anlamak için çabalayan ve içten içe bunu başardığında da tüm dünyaya haykırmak isteyen kişiler. İşte edebiyat böyle oluştu. Anlamak sanat haline bu şekilde geldi. Birisi der ki ‘’yazmasaydım yaşayamazdım.’’ Yaşayamayan insanlar hayatta yollarını kaybetmiş, kaybolmuş insanlardır. Cahit Zarifoğlu da der ki; ‘’Niye yazıyorum bütün bunları? İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım, açıp gösterelim.’’ İçimiz bir dolap değil, her şeyi oraya sığdıramayız. Dünyada bizimle aynı şeyleri hisseden ve kendileri gibi başkaları da olduğuna inanmak isteyen bir sürü insan var. İşte edebiyatın hayatı anlama sanatındaki yeri… Ben anlarım ve yazarım, sen okursun ve anlarsın.
Buraya kadar kendimce bir sürü şey yazdım belki de zırvaladım, bilmiyorum. Ama her şeyin sonunda şuna inanıyorum; hayat çok karmaşık ve hayat çok basit. Başta sorduğum şeyin cevabı bu zannımca. Herkes başka başka hayatlar yaşıyor. Herkesin kendi dünyası, kendi evreni var.
Yazımı, akşam başımı yastığa koyduğumda içimdeki dalgalanmaları söndüren bir yazıyla bitirmek istiyorum;
‘’Güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de. Unutma, yolcu değişir, yol değişir ama varılacak yer değişmez. Yolcuya bakıp yolunu tanıma. ‘’en doğru yol dikensiz yoldur’’ diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambası altında arayanlardır, aldırma.’’
Yoldaki bir tepecik seni bunaltmış sevgili okur, oysa önümüzde daha bir sürü dağ var. Kalender kalmanız dileğiyle…
İrem ERGÜNAY
Bayıldım anlatımınıza, kaleminize sağlık