The Name of the Rose

The Name of the Rose
  • 0
    0
    0
    0
  • Avrupa ve dünya rönesansa çok geç kavuştu. Egemen kilisenin aydınlanmayı kasıtlı olarak engellemesi, insanlığın yüzyıllarca büyük bir cehalet içinde kalmasına neden oldu. Umberto Eco’nun anlambilimden göstergebilime uzanan gotik polisiye romanı “Gülün Adı”nda insanlığın en eski ve güncel hikâyesi anlatılmıştı: bilginin saklanması!

    Oysa tarih kitapları, bir sonraki yüzyılda içinde yaşadığımız dönemi belki de böyle özetleyecektir: bilgiye ulaşmanın kolaylığı… Bugün, bir bilgiye ulaşma hızımız insanlık tarihinin başına gelmiş e

    n büyük lükstür. Buna koşut bir şekilde neredeyse dedikoduyla eş değer olan enformasyon dağılımında boğuluyoruz. “Kopyala ve yapıştır” ritüeli acaba bir bilgiye ulaşmanın zorluğunu nasıl anlayacak? Bugün bilginin değerinin ne kadar farkındayız? Neyi ne ölçüde bildiğimizden nasıl emin olabiliyoruz?

    Her filmin kendi dramatik kurulumuna özel kilit bir sahnesi vardır. Bu sahnede film, kendini tüm fikirleriyle belli eder ve tek başına ele aldığınızda dahi kendi içinde özerk bir güçtedir. Jean-Jacques Annaud tarafından yönetilen The Name of the Rose filminin kilit sahnesini biçimsel ve daha çok bir dönem filmi olması nedeniyle tarihsel-ideolojik çerçevede inceleyelim.

    Biçimsel Analiz

    İzlediğimiz sahnede, üstad William’ı (Sean Connery) ve onun çömezi Adso’yu (Christian Slater) bir manastırın odasında görürüz. Ancak her ikisi de düşünceli bir şekilde karanlığa bakmaktadır. Pencereden gelen ay ışığı Adso’nun yüzüne yansımaktadır, William ise sahnenin başlarında daha fazla karanlığa maruz kalmıştır. İkilinin yatma pozisyonu hem fiziksel olarak boy farkını eşitlemiş hem de dinin getirdiği statü farkını yok etmiştir. Öyle ki ikilinin arasında geçen diyaloglar bir üstat ile çömezi arasından çok iki dostun arasında geçmektedir sanki. Bu sahnede Adso, çok fakir ve genç bir kadına aşık olduğunu itiraf eder. Bilindiği gibi bir keşişin karşı cinsle aşk yaşaması yasaktır.

    Tüm ışıklar söndüğünde, gündüzün gürültüleri gecenin sessizliğiyle yer değiştirdiğinde insanın ötelediği tüm sorunlar ayyuka çıkar. Adso ile William’ın izlediğimiz sahnede uyuyamamalarının sebebi budur. Böyle olmasaydı manastır yaşamının gündelik şartlarında ne William ne Adso, aşk hakkında bu denli cesur sorular sorabilir, birbirlerini kendilerine bu denli açabilirlerdi. Sahnenin ilk başlarında Adso’nun suratına vuran ay ışığının, bu ötelenen sorunlarla sembolik bir ilişkisi vardır. Işık her zaman karşılaşılan gün ışığı değildir, bu ışık ay ışığıdır; daha karanlıktır, insanı daha yalnızken yakalar. Zaten ay ışığına yüklenen anlamlar genelde hüzün ve yalnızlıkla ilgilidir. Burada Adso’ya daha fazla gelen ay ışığıyla, dinin savunmadığı bireysel “aydınlanmasının” bir temsilini anlarız. William ise Adso’yla konuşurken doğrulur ve aynı ay ışığından beslenir…
    Mekânın biçimsel özelliklerine bakacak olursak; manastırlar o dönemde genellikle kent ve topluluk yaşamından uzak, ücra köşelerde kurulmaktaydı. Böylece keşişlerin tüm dünyevi temaslardan uzak kalması amaçlanmıştı. Aynı zamanda manastır, güçlü Orta Çağ kalelerine eş değer olabilecek kadar korunaklı bir yapıdaydı. Çünkü manastırlar içinde Katolikliğin getirdiği dünyevi zenginlikleri saklıyordu… Peki bu denli ücralık insanın doğasına karşı koyabilir miydi? Veya filmden bir diyalogla birlikte düşünelim:

    Adso: Sizce de burası Tanrı’nın terk ettiği bir yer mi?

    William: Sen hiç Tanrı’nın kendini evinde gibi hissedeceği bir yer biliyor musun?


    Tarihsel Perspektif ve İdeoloji

    Film, 1327 yılının İtalya’sında bir Benedikten manastırında geçmektedir. Ve 1327 yılı hem Hristiyanlık açısından hem de Avrupa açısından oldukça karışık bir dönemdir. Avrupa bölünmüş durumdadır ve İtalya bugünkü gibi tek bir devletten değil birden fazla devletten oluşmaktadır. Bununla birlikte Papa yaklaşık yirmi yıldır Avignon’dadır. Aynı dönemde papa ve imparator yandaşları arasında kanlı bir iç savaş sürmektedir. Papa’nın yeğenlerini sıklıkla kardinal yapması ve artan vergi oranları da halkı büyük bir sefilliğe sürüklemiştir. Katolik ruhban sınıfı lükse düşkünken Avrupa halkının büyük bir çoğunluğu bugün algıladığımız ekonomik krizin dahi katbekat fazlasını yaşamaktadır. Tüm bu tarihsel etkenler eşiğinde İsa’nın lükse isteyerek karşı çıktığı, tüm zenginliklerin halkla paylaşılması gerektiği inancına sahip Fransisken tarikatının izinden gidenler artmaktadır. Benedikten inancı ise tam aksine kiliseyi parayı ya da ekonomik gücü elinde tutması gereken bir kurum olarak görmektedir. İşte filmin ilk çatışması burada kendini gösterir. Bu çatışma aslında 20. yüzyılda karşımıza tekrar çıkan sosyalizm-kapitalizm ikileminin temellerini atar.

    Sean Connery’nin canlandırdığı Baskerville’li William karakteri aslında o dönemde yaşamış gerçek bir kişiliği yansıtmaktadır: Ockhamlı William. Bu kişi, tıpkı filmdeki William gibi bir Fransiskendir; 14. yüzyılın tanınmış filozoflarındandır ve nominalizm (adcılık) düşüncesini savunur. Nominalist düşünce, karşılaştığımız ve üzerine temeller kurduğumuz tüm kavramların sadece birer sese dayalı kelimeler olduğunu, bir gerçekliği yansıtmadığını tanımlamaktadır. Oysa din ve dolayısıyla Hristiyanlık ise bütün gücünü kelimelere dayandırmıştır; en başta İncil kelimelerin oluşturduğu kavramlardan meydana gelir. Ve elbette böylesi bir düşünceye sahip Ockhamlı William, bir de üstüne Fransiskenleri papaya karşı savununca dinden aforoz edilmiştir. Fakat izlediğimiz sahnenin Ockhamlı William’la ilgisi bundan çok daha fazladır. Filmdeki sahneden bir alıntı yapalım.


    Ockhamlı William

    Filmdeki Adso, çok fakir ve genç bir kadına aşık olmuştur. Hatta bir keşişin asla yaşamaması gerekeni -cinsel ilişki- bu kadınla yaşamıştır. Ardından üstadı William’a hiç aşık olup olmadığını sormuştur. Ve William sadece tanrıya olan aşkın vurgusunu yapar. Onun aşk tanımı ilahidir. Ve yine referans olarak Katolikliğin temel fikirlerini oluşturan dönemin en büyük filozoflarından Aquinalı Thomas’ı referans verir. Aquinalı Thomas, insan eylemlerinin ve iradesinin akıldan geldiğini ve aklın izinden giden bir insanın gerçekten erdemli olabileceğini savunmaktadır. Buradaki akıl, ilahi aklın bir parçasıdır. Aşk da aynı ilahi akla duyulan aşktır. Sahnede kutsal kitaptan bir alıntı okunur:

    ‘’Kadın erkeğin değerli ruhunu ele geçirir, ölümden daha az acı olan şey kadındır’’

    Bu mantık dışı sözler elbette Orta Çağ’ın otoriter bir manastırında rahatlıkla yankılanabilirdi. Özellikle kadına olan nefretin ve korkunun baş gösterdiği karanlık bir çağdan bahsediyorsak… Ve zaten Aquinalı Thomas da akıllı varlığa örnek olarak sadece erkeği göstermişti. Her ne kadar şimdi bu düşünceye gericilik olarak baksak da bu fikir o dönemde oldukça doğal bir bakış açısıydı. Çünkü Hristiyanlıkta Tanrı fikri; yaratan, besleyen ve koruyan “baba” figürünün bir parçasıydı. Ve elbette böyle bir görüşte kadının varlığı ikincil konumdaydı. Bununla beraber Orta Çağ Katolik Hristiyanlığı, cinsel ilişkiye ve şehvet duygularına da büyük bir tiksintiyle bakıyordu. Cinsellik sadece çocuk sahibi olma amacıyla gerçekleştirilebilirdi. Şehvet cezalandırılırdı, aşk ise bir keşiş için sadece ilahi odaklı olmak zorundaydı. Ve hatta çoğu keşişe Tobias ile Sara’nın çok korkulan hikâyesi anlatılırdı:

    ‘’Sara, sırayla şehvet düşkünü 7 erkekle evlenir ve yedisi de ilk cinsel birleşme sırasında şeytan Asmodeus tarafından öldürülür. Sara’nın umutsuz sekizinci erkeği Tobias, başmelek Raphael tarafından bir nasihat alır: evlendikten sonraki üç gün içerisinde Sara’yla cinsel ilişkiye girmemek ve sonra şehvetten yoksun olarak sadece çocuk yapmak için birleşmek… Ancak böyle davranırsa ölümden kurtulacaktır.’’


    Bu hikâye o denli çok anlatılmıştır ki, sonraları bu korku yeni evli çiftler arasında bir gelenek hâline gelip ‘’Tobias Geceleri’’ adını almıştır. Elbetteki günümüzdeki yankıları yok denecek kadar azdır.

    William, kutsal kitabın kadınlarla ve şehvetle ilgili olan bu sözlerinden sonra kendi düşüncesini ekler:

    ‘’Ancak Tanrı’nın böyle fena bir varlığı, ona bazı erdemler bahşetmeden evrene takdim edilmiş olabileceğine kendime inandırmakta güçlük çekiyorum. Hayat aşksız ne kadar huzurlu olurdu Adso, ne kadar sessiz, güvenli ve yavan…’’

    Bu sözler elbette Ockhamlı William’ın düşüncelerine birebir uymaktadır. Baskerville’li William aşktan bahsederken kendi düşüncesinde aslında bir ilahi tasarıdan da bahsetmiştir. Ockhamlı William’a göre doğada her şey olması gerektiği için olmaktadır; Tanrının iradesi budur. Dolayısıyla ne aşk ne de şehvet kötüdür. Zaten William da bunun varlığını kimsenin reddedemeyeceğinin, insanlar arasındaki tüm sorunların bu iki temel duygunun bastırılmasından doğduğunu dile getirmek istemiştir.

    Filmdeki aşk tanımı, özellikle dikkate değer bir noktadır. Alışılagelen Orta Çağ aşkı, aşırı romantik bir yorumdur. Asla kavuşamayacak çiftler, tatmin edilemeyecek arzular, uzaktaki prensesler, aşkı uğruna ölen insanlar… Özellikle romanlar tüm bu nitelikleri tatlı bir melankoliye dayandırmışlardır.


    Yaşanmış bir Orta Çağ aşk hikâyesini örnek verelim:

    İkinci Haçlı Seferi’ne katılan Blaye prensi Jaufre Rudel, hiç karşılaşmadığı Trablus kontesine gönül verir, üstelik hakkında çok az şey bilmektedir. Haçlı seferine katılmayı da sırf onu görmek için kabul etmiştir. Rudel, Trablus açıklarındayken gemide hastalanır ve apar topar kontesin yanına götürülür. Onun kontese olan devasa aşkı Trablus’ta nam salmış ve kontes sadece bu hayranını görmek için Rudel’in yanına gelmiştir. Rudel, kontesin onun için geldiğini görünce Tanrı’ya şükretmiş ve kontesin kollarında can vermiştir. Onu görene kadar yaşamak Rudel’e yetmiştir. Ardından kontes de duyduğu acı nedeniyle kendini manastıra kapatmıştır. (Hamlet’teki Ophelia’yı burada anımsayabiliriz)

    Rudel ve kontesin öyküsünde üzerinde durulan umutsuzluğun göklere çıkarıldığı bir aşktır. O sanki imkânsız olduğu için bir aşk öyküsüdür. Sonraları Dante, Beatrice için aynı hüzünden beslenecektir. Hatta Cyrano de Bergerac umutsuzluğunu bir buruna yükleyecektir. Shakespeare ise Romeo ve Juliet’te bu umutsuzluğu bir edebi başyapıta dönüştürecektir.

    The Name of the Rose’da karşılaştığımız aşk bu denli melankolik olmasa da yine de umutsuzluğu yüceltilmiş bir aşktır. Adso sadece birkaç kez gördüğü o kadını saçlarına aklar düştüğü anlara kadar anımsamaktadır. Ancak Adso’nun umutsuzluğu kadına kavuşmasında değildir, inancında yaşadığı çelişkilerdir. Burada aslında filmin ismine de gönderme yapan bir mezhepten bahsetmek gerekiyor. 13 ve daha çok 14. yüzyılda varlığını sürdüren Fedeli d’Amore mezhebi aşkı soylu bir duygu olarak ele alan şairlerden -örneğin Dante- oluşuyordu. Bu mezhep, pratik aklın teorik akla galip geleceğini ve aşkın da teorik inançlara bağlanmadan, hiçbir sınırı kabul etmeden yaşanması gerektiğini savunuyordu. Dolayısıyla bu mezhepte aşk en yüce duyguydu ve aşkın yarattığı tüm acıları ‘’seve seve’’ kabullenme durumu hakimdi. Ayrıca Fedeli d’Amore mensupları kendilerine sembol olarak gülü seçmişti… Filmi izleyen hemen herkesin kafasında bir soru işareti kalır, bu eserin adı neden “Gülün Adı”dır?

    ‘’O hayatımın tek dünyevi aşkıydı. Buna rağmen onun adını ne biliyorum, ne de öğrendim…’’

                                                                                                                                          Adso

    The Name of The Rose özellikle Orta Çağ’da dilin gücünü göstermek için kullanılan bir deyimdir. Gül olmasa da, hiç olmasa da dilde yaşamayı sürdürür. Bir kez daha Ochakamlı William’ı anmak gerekiyor: Adlar bize bir gerçekliği sunmaz. Adso o kadının adını asla öğrenmemiştir. Ancak tanımlayamadığı, hiçbir kelimeye sığdıramadığı duyguları hissetmiştir. William ise yeryüzünde insanlar tarafından yönetilen ilahi gücün sadece bir isimden ibaret olduğunu öğrenmiştir: Tanrı…

    Kaynakça

    -Gülün Adı-Umberto Eco

    -Ortaçağ -Umberto Eco

    -Metinlerle Ortaçağda Felsefe-Saffet Babür, Betül Çotuksöken

    -Dünyanın Kökeni: Vajina-Jelto Drenth

    -Jean-Jacques Annaud ile yapılan DVD söyleşisi

    -Kitâb-ı Mukaddes

    Sahneyi aşağıda izleyebilirsiniz.
    https://youtu.be/APFMI8Sx_hY



    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.