AHLAT AĞACI
Ahlat Ağacı özelinde “babaya benzeme hâli”, babasından kaynaklı problem yaşayan, babasını beğenmeyen veya onu aşmak isteyen Sinan karakterinin kabullenmekte zorlandığı bir realite şeklinde çıkıyor ortaya. Aslında insanın öyle beğenip beğenmemek üzerinden açıklanamayacak bir sorunu yoksa bile, nev-i şahsına münhasır biri olması, olmak istemesi, olmaya inanması bile tek başına “aslında babasına benzediği” gerçeğine yüz çevirmesini pekâlâ kolaylaştırabilirdi. Dolayısıyla beğenmediği, uyuşmadığı bir babaya benzemek Sinan gibi birinin aklının köşesinden bile geçmeyen bir ihtimâldir. Ve burada babasına karşı sergilediği tepkisellikten ötürü, bariz bir benzerlik etrafındakilerin dikkatinden de seyircinin dikkatinden de kaçıyor. Ama sonuç itibarıyla bu durum, Sinan’ın aklına bile getirmediği bir realitenin tam da odağında yer alması hâlidir. Hayatı uykuda gezer sersemliği ile yaşama hâlidir; “Kış Uykusu”dur.
Bazen insanın diğer bir insanı küçümsemesi için haklı nedenleri vardır. Bazen de elimizde hiçbir neden olmadığı hâlde birilerini küçümsemeye meylederiz. Belki de hayata özgü bir tuhaflıkla kusur bulduğumuz için küçümsemek yerine, küçümsemek istediğimiz için kusur arar zihnimiz. Kusursuz insan da olamayacağına göre… İşimiz pek zor olmasa gerekir. İnsanın devam eden zaafları kadar bir noktadan sonra vazgeçtiği, kabullenemediği hataları da vardır. Ama insanı küçümsemek, anlama çabasına nazaran o kadar kolaydır ki vazgeçilen bu hatalar bile onu affettirmek yerine durumdan müebbet çıkarmaya yarar. Ahlat Ağacı’nda Sinan’ın kendince küçümsemesi gereken bir babası, babasının da bu küçümsemeyi görünürde haklı çıkaran ama geçmişte kalmışa benzeyen hataları var.
Baba İdris bütün birikimlerini at yarışı tutkusuna kurban etmiş bir kumarbaz, bu uğurda olmadık kişilere borçlanmış, emekli olmayı, emekli ikramiyesiyle vaziyeti kurtarmayı bekleyen bir öğretmen olarak çıkıyor karşımıza. Nomâl şartlarda örneklerine pek sık rastlanır, hatalı bir oğulun babası tarafından yargılanması hâli, bu şekilde bir baba-oğul ilişkisi Ahlat Ağacı’nda ters yüz olmuş görünüyor. Ve bu küçümseme-küçümsenme, suç ve ceza hâlinde baba edilgen, oğul etken bir karakter sergiliyor. Sonunda da Sinan açısından bu tuhaflığın yanlış anlamadan veya hiç anlayamamaktan, belki de anlamak istememekten kaynaklandığı çıkıyor ortaya.
Filmin içeriğini meydana getiren türlü detaylar, daha başından iletişimsizlikten kaynaklı bu anlaşamama hâlinin işaretlerini veriyordu aslında. Meselâ Sinan babasını sorumsuz davranmakla suçlarken, dedesi de aynı babanın lakayt mizacına vurgu yapıyordu. Bunun yanında es geçilmemesi gereken kuyu meseli vardı bir de. Baba İdris, köydeki arazide kuyu açmaya, su bulmaya çalışıyor, etrafındakiler bunun beyhûde bir uğraş olduğu hususundaki mutabakatla İdris’i macera peşinde koşmakla suçluyorlardı. Oysa Sinan kendi de toplumdaki genel eğilimin yine bir macera, lüzumsuzluk addettiği edebiyatla uğraşan biridir. Babasını kumar tutkusu nedeniyle evini kaybetmesi, borçlanması gibi Sinan da yazdığı kitabı yayınlatabilmek için ailenin gözden çıkardığı eski eşyalarını gizli gizli satma çabasındadır. Ve aynı olaya herkesin baktığı açının dışından, bir başka açıdan bakma çabası hem babada hem oğulda vardır. Sinan Çanakkale çevresine, şehitlikleri ve Truva atı dışındaki özellikleriyle bakmak istiyor, babası İdris de aynı duyarlılığı rastladığı bir kurbağaya karşı sergiliyordu. Tıpkı çevresi tarafından anlaşılamayan babası gibi o da konuşmak zorunda kaldığı kişilerce de konuştuğu başka kişilerce de anlaşılamaz; yadırganır bu bakış açısı. Aslında bu bakımdan aynı kaderi paylaşır baba ile oğul. Ama Sinan böylesi bir benzerliğin farkında değildir.
Ahlat Ağacı’nda tam da işte Sinan karakterinin beğenmediği babasına aslında ne kadar benzediği gerçeği ile yüzleşme süreci perdeye yansıyor. Sinan hikâyede, babasından da yaşadığı çevreden de kopmak isteyen, kendini bu uğurda kırılmaya zorlayan bir portre çiziyor. Bunu da istediği şekilde başaramamanın sendromunu yaşıyor. Bu açıdan bakıldığında onun için yayınlatacağı bir kitap gitmek demektir.
Aslında baba İdris ilk bakışta, Sinan’a benzer görünmez pek. Sinan’ın aksine neşeli, etrafını kuşatan acı gerçekliği gülümseyişiyle savuşturmaya çalışan biridir. Bunun tam aksine etrafındaki herkese acımasız bir gerçeklikle bakan, küstah Sinan babası hakkında bambaşka biri, sanki üvey babası hakkında konuşur gibi konuşurken yer yer annesinin de tepkisini çeker. Doğup büyüdüğü, bir türlü kurtulamadığı çevrede ne kadar uzaklaştığını sansa da aslında yeterince uzaklaşmamış biridir. Burada konuşması gereken kişiler vardır; hiç gerekmediği hâlde konuştuğu kişiler… Ama herkesle konuşur da Sinan, babasıyla konuşmaz. Nuri Bilge Ceylan’ın evvelki filmlerinden tanıdık bir tema olan, insanın asıl en yakınındakilere yabancı kalması hâli Ahlat Ağacı için de geçerlidir. Bu nedenle de Sinan, yaşı geçmiş dedesinden mahâllenin imamına kadar herkesle konuşurken, konuşmadığı babası sanki çoktan geride kalmış gibidir onun için; henüz ölmediği hâlde ölmesi gereken, sanki çoktan ölmüş biri. Hatta belki oidipus kompleksiyle öldüğünü bile görür babasının. Yardım etmek yerine de ölüme bırakmayı tercih edip etmemek arasında gider gelir.
Sonuçta her insan gibi Sinan da ne kadar kaçınmaya çalışırsa çalışsın bir babaya dâhildir. Olanca farkındalığı veya farkındasızlığıyla kendine özgü sandığı hayat, kendi kişiliğinin çok özgün olduğunu sanma yanılgısı son tahlilde insanı hapseden bir dış çerçeveye, bir babaya dâhildir. Sinan, özgün addettiği kişiliği, bitmez tükenmez özgüveni, ukâlalığıyla hâricindeki bu gerçekliğin içinde hapistir âdeta. Fakât kendini yazar olarak gerçekleştirmekte zorlanan Sinan içinde kalmak pahasına bu realiteye gözünü yumar. Bundan dolayıdır ki onun açık sözlülüğü, densizliği, küstahlığı da kendine karşı yeterince dürüst olmayışında aranabilir. Ve bu kafesten çıkmak Sinan için bu kafesi kırarak, babasını kırarak değil, babası ile beraber dışarı çıkması gerektiği bilinciyle olur sonunda.
Kasaba bir olgu olarak farklı duyarlılıkların, ötekini anlama çabasının, aykırılığın “delilikle” ilişkilendirildiği noktadır. Bu nedenle bireyin çıkmazını taşra atmosferinden işlemek, aynı vaziyeti kent ortamında işlemekten farklı avantajlar sunar. Nuri Bilge Ceylan tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da olduğu gibi burada da taşrada yazar olmak, yazar-okur ilişkisi, kırsala özgü uzun yürüyüşler, çeşme önü karşılaşmaları, hayata karşı karamsarlık, lüzumsuz tartışmalar, kız meseleleri, taşra insanının kıstırılmışlığı gibi gerçeklik kabilinden bazı detayları, işlendiği coğrafyaya özgü yaşam klişelerini konuya dâhil etmeyi ustalıkla sağlıyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmen olarak bu filmdeki oyuncu seçiminin ve seçilen oyuncularla yaratılan karakterlerin örtüşmesini önemli bir başarı olarak kayda geçerek, önceki filmlerinde olduğu gibi gündelik hayata dâhil küçük meselelerden büyük problemler ortaya çıkarmasını da aynı başarıya eklemek gerekiyor.
Yorum Bırakın